.: ılıl 'WeB Bilgisayarı TeaM © lılı :.
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
.: ılıl 'WeB Bilgisayarı TeaM © lılı :.

Bağlı değilsiniz. Bağlanın ya da kayıt olun

==>islami sözlük<==

Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8  Sonraki

Aşağa gitmek  Mesaj [3 sayfadaki 8 sayfası]

51==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:29 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ALEVÎ-ALEVÎLİK


Dördüncü halife Hz. Ali'nin soyundan gelen, onu diğer sahâbeden ve diğer üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup kimse. Alevîlik düşüncesi, ister açıkça, ister gizlice, Ali'ye uyup onun Kur'an'daki nâs ve Resulullah (s.a.s.)'ın vasiyetiyle imamlığa tayin edildiğini ileri süren; imametin* onun soyundan dışarı çıkmayacağına inanan ve onu diğer sahâbeden üstün gören zümrelerin başlattığı fikir ve siyasî kavgalarla ortaya çıkan" hareketin genel adıdır. Bu fikir ve harekete katılanlar, Ali'ye (r.a.) uydukları ve onu, öteki sahâbîlerin önüne geçirdikleri için Alevî; buna taraftar olanlara da 'tarafını tutan' anlamında "Şia"* denilmiştir. Şia, Alevîliğin ifade ettiği katılıktan daha mûtedîl bir kelimedir ve İslâm âlimleri Alevîlik için Şia'dan farklı olarak 'Râfıza' 'Ravâfız' tabirlerini kullanırlar. İslâm tarihinde Hz. Peygamber'den sonra halîfe olarak Hz. Ali'yi tanıyanlara, Ali'ye mensup, inancı bakımından, Ali taraflısı anlamında "Alevî" tabiri kullanıldı. Alevîlik, halifelikte Hz. Ali'nin hakkının yendiğini, sahâbenin Hz. Peygamber'den sonra Ebû Bekr*'e bey'at etmekle, İslâm'a aykırı hareket ettiği iddiasını yansıtır. Alevîler Hz. Ali'nin hilâfette hak sahibi olduğunu şu sebeplere dayandırırlar: Ali*, Hz. Peygamber'in tabii olarak varisiydi. O, İslam'ı ilk kabul eden kimsedir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcasının oğlu ve damadıdır. İslâm savaşlarının kahramanıydı. Yaşadığı sürece Hz. Muhammed'in en yakın yardımcısıydı. Onun bütün işlerine bakardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) Ali'ye olan sevgisini ve güvenini bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe olacağına işaret etmiştir. Bu yüzden onlar, Ebû Bekir, Ömer* ve Osman*'ın işbaşına getirilişini batıl saydılar. Yani bunu şerîat kurallarına ve Hz. Peygamber'in sünnetine aykırı görerek bununla savaşmayı dinî bir görev kabul ettiler. Ancak, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali hakkında söyledikleri ve Ali'nin üstünlükleri doğru olmakla birlikte, Allah Resulü benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi diğer büyük Sahâbîler hakkında da söylemiştir. Üstelik, hastalandığında imamlığa Hz. Ebû Bekr'i geçirmiştir. Diğer yandan Hz. Peygamber, kendisinden sonra müslümanların başına kimin geçeceğini isim vererek belirtmeden bu dünyadan ayrılmıştır. Böyle bir hadîs olsaydı, Hz. Ebû Bekr'in halife seçildiği sırada yapılan konuşma ve müzâkerelerde bu hadîsin sözkonusu edilmesi gerekirdi. Çünkü ashâb-ı kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz. Peygamber'den işittiğini nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün mezîyetlere sahiptir. Ancak, Allah Resulü'nün cenaze işleriyle uğraşması yüzünden, halîfe seçimi sırasında hazır bulunamayan Hz. Ali ile bu kadar önemli bir konunun istişare edilmemiş olması bir eksiklik sayılabilir. Fakat, Ensâr'ın hilâfet konusunu müzâkere etmekte olduğu topluluğa Hz. Ömer'le Hz. Ebû Bekr bile sonradan katılmıştı. Bu çok önemli meselede yanlış bir adımın atılması endişesi ve işin kısa sürede çözülmesi zarûreti, seçimin Hz. Ebû Bekir lehine yapılmasını gerekli kılmıştır. Nitekim daha sonra Hz. Ali de Ebû Bekr'e bey'at* etmiştir.
Müslümanlar, Ehl-i Beyt denen 'Ali ve ailesini' öteki Ashâb-ı Kîram'dan ve Allah Resulü'nün öteki halîfelerinden ayırmadan severler. Onun ailesine yapılan haksızlığa ve zulme karşıdırlar ve tarih içinde de karşı olmuşlardır. Meselâ, Ahmed b. Hanbel* (rh.a), "Ehlü's-Sünne ve'-l Hadîs" taraftarlarının Hz. Muhammed (s.a.s.)' in ailesine hak ettikleri muhabbeti gösterdikleri ve Ali İbn Ebî Tâlib'in (r.a.) haklarını tanıdıkları için "Ali'nin 'şiası, taraftarı" olduğunu ifade etmektedir. Aynı tavrı İmam-ı Â'zam da takınarak Abbasîlere karşı İmam Zeyd'i desteklemiştir. Bu anlamda Şia, îtikâdî ve siyasî bir mezhep olarak kabul edilirken, Alevîlik, Hz. Ebû Bekr es-Sıddık'a (r.a.), Ömer el-Faruk'a (r.a.) ve Osman Zünnureyn (r.a.)'e ve daha pek çok ashâb-ı kirâm'a buğz ve düşmanlık taşıyan fikirlerle dolu bir tarîkat görünümündedir. Bu ifrata sebep olan Emevilerdi. Emeviler devrinde, Ömer İbn-i Abdulaziz'in hilâfetine kadar cuma hutbelerinde Ali İbn Ebî Tâlib'e (r.a.) ve ehl-i beytine hakaret edilir ve lânetler okunurdu. Onların bu yanlış hareketleri öteki müslümanları bağlamazdı. Çünkü onlar, bütün müslümanları temsil edemezlerdi. Hele hilâfet konusundaki olayları göze alarak öteki, müslümanları zalim görmek ve göstermek haksızlıktır ve hakdan sapmadır. Ne Resulullah'ın üç halifesi ne de Ashâb-ı Kirâm, Ali İbn Ebi Talib hakkında düşmanlık eseri bırakmamışlardır. Alevîlik, zaman içinde parçalanmış ve sayısı yüze varan tarîkatlara ve yollara ayrılmıştır. Ancak bunları İmam Ebu Câ'fer es-Sâdık'ın içtihatlarıyla amel eden ve müslümanlarla aralarında bir fark görmediklerini söyleyen, yeryüzünde Allah'ın hâkimiyetini istediklerini haykıran Ca'feriyye ve Zeydiye kollarına bağlı müslümanlarla karıştırmamak gerekir. Câferî müslümanları Şia içerisinde incelerken, dünü, bugünü ve îman-amel ilişkisiyle gözönüne almak ve ona göre değerlendirme yapmak faydalı olacaktır. Câferîlerle, Zeydîleri Alevîliğin diğer kolları olan Batînîler, * Karmatîler, * hatta kuzey Afrika ve Mısır'da uzun yıllar hüküm süren Fâtımîlerden, bugün Anadolu'da yaşayan Alevîler'den, Lübnan ve Suriye'deki Dürzî ve Nusayrîlerden ayırt etmek gerekir.
Alevîlerden Gulât olanlar yani aşırı gidenler Hz. Ali'de, diğer halifelerde bulunmayan ilâhî nitelikler ve özellikler olduğuna inanıyorlar. İslâm tarihinde bu görüşü ve inancı daha da ileri götürerek, Allah'ın Ali'nin varlığında, insan suretinde görünüş alanına çıktığını, onun bir ilâh-insan olduğunu söyleyenler bile çıktı. Ali'nin mehdi olduğunu, ölmediğini ve kıyamet gününden önce çıkarak dünyada adaleti sağlayacağını öne sürdüler. Bunlar "sebeîler"dir. İslâm'da ilk dînî ayrılık hareketini teşkil eden ilk Alevîlik, Hz. Ali daha hayatta iken San'alı bir Yahudi olan İbn Sebe'nin telkini ile başlamıştır. Bundan sonra Ali'nin ve soyunun, hatta İbn Sem'an, Ebû Mansur el-İclî, Ebu'l-Hattâb, Horasanlı Ebû Müslim gibi Ali ile aile bağı bulunmayan ve sadece taraftarlık yapan birtakım yabancıların öncülük ettiği tenâsüha, ibâhaya, farzları terketmenin caiz olduğuna ve imanın, imamı bilmekten ibaret bulunduğuna inanan birçok Alevî kolları meydana çıkmıştır.
Dağınık Alevî kollarını birleştiren Câ'fer es-Sâdık'*a bir aralık gidip gelen ve inanışlarında İslâm'a aykırı şeyler bulunduğu için kovulan, İmam Câfer'in lânetlemesine uğrayan Ebî Mansur el-İclî ile Ebû'l-Hattâb'ın ekolü, "İsmâiliye*" veya "Yedi İmam" mezhebini oluşturmuştur. Batınîlik adı verilen bu mezhep Yemen'de kökleşmiş, Irak, İran, Horasan ve Türkistan'a kol atmış ve batıda Endülüs'e kadar yayılmıştır. Bu mezhepten olanlar Bahreyn'de ve Ahsâ'da Karmatiyye mezhep ve hükümetini, Kûfe'de ve Basra'da birçok ihtilâlleri, Mağrip'te önce "Alevî Hükûmeti"ni, sonra Mısır'da Fâtımî halifeliğini vücûda getirmişlerdir. Cebel-i Dürûz'da Lübnan'da yaşamakta olan "Dürzîlik"le daha birçok fırka ve mezhepler Batınîlikten doğmuştur. Muhammed b. Nusayr de bu arada bugün Suriye, Lübnan ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan "Nusayrîlik"i kurmuştur.
Hz. Ali'nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle Kerbelâ olayı Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi, Alevî topluluğun siyasî bir görüş çevresinde toplanmasına yol açtı. Sonraları Şia (Şiîlik) adını alan ve daha çok İran'da gelişen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu olaylar zinciri oldu. İslâm ordusunun doğuya doğru ilerlediğini gören İran, bağımsızlığını kaybedeceğini anlayınca, İslâm'ın içinde doğan ve gelişen Hz. Ali taraftarlığını eski dîn ve siyasetleriyle kaynaştırarak benimsedi. Bundan Alevîliğin, bir başka kolu doğdu. Alevî inancı bu yeni ad altında hızla gelişti. Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçişini (tenâsüh) kabul eden Hind inançları da yine İran etkisiyle karıştı.
Anadolu Alevîliği ise, sadece Batınîlik'in devamı değildir. Yesevî, Kalenderî, Hayderî gibi Türk tarikatlarının, Hurûfiliğin, Vücûdiyye ve Dehriyye inançlarının karıştığı, bazı Türk gelenek ve göreneklerinin ve halk şiirinin yaşadığı bir dünyadır. Onda "tenâsüh", "hulûl", "ibâha" ve bir çeşit "iştirak" ilkeleriyle birlikte, Türk şölenlerini andıran âyinler de görülür. XIII. yüzyılda Anadolu'nun fikir hayatında Orta Asya'dan ve Horasan'dan göçen bilgin ve mutasavvıfların derin etkileri olmuştur. Bu arada Harezm'li göçmenler, köylere varıncaya kadar Anadolu'nun dînî havasının değişmesine yol açmışlardır. Bu tarihi kökenlere dayanan Alevîlik günümüzde varlığını sürdürmektedir. Şiîlik, Bektâşîlik ve Kızılbaşlık gibi Alevî kollarının özel törenleri, toplantıları bulunmaktadır. Bu kolların hepsinde Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edildiği 10. Muharrem günü kutsal olup, matem günü kabul edilir. Şiîler o gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür, ağlar, yakınırlar. Kızılbaş ve Bektâşîler bu günün acısını çeker, fakat dövünmezler. Alevî törenlerinin en büyüğü kadınların da katıldığı "cem âyini"dir. Bu tören cuma günleri düzenlenir. Cem âyininin küçüğüne "dernek" denir. Bu toplantılar sazlısözlü, içkili olur. Özel zikirler yapılır. Töreni yöneten dede tarafından bir sure veya ayet okunur. Ayrıca cem'âyininden başka "görgü âyini", canlardan birinin diğerini şikâyeti hâlinde "sorgu âyini" düzenlenir. Nevrûz, hem bahar bayramı, hem de Hz. Ali'nin doğum günü sayıldığı için, genellikle kutsal kabul edilir ve törenler düzenlenir .
Alevîlik İran'da olduğu gibi Anadolu'da da daha çok şiir ve edebiyatla yayılmıştır. Alevîlerin büyük tanıdığı yedi şair; Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virânî'dir. Bunlardan Nesimî ve Fuzûlî dışındakiler tam batinîdirler.
Yollarını müstakil bir dîn ekolü ve İslâmiyetin esası kabul eden Alevîler, Hz. Peygamber, Hz. Ali, Oniki İmam ve Hacı Bektaş Velî'yi kendi yorumcu ve düşünürleri sayarlar

https://webbilgisayari.editboard.com

52==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:29 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂL-İ ABÂ

Hz. Peygamber'in ehl-i beyti ile ilgili bir terim. Peygamberimiz (s.a.s.) ve onun kızı Fâtıma, damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin'den meydana gelen kişilerdir. Bunlara "Penç-âl-i abâ " ismi de verilmektedir.
Tirmizî, Beyhakî ve Hâkim'in rivayetlerinde Peygamber'in zevcesi Ümmü Seleme'den: "Ey Peygamber ailesi! Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi temiz yapmak ister" (el-Ahzâb, 33/33) meâlindeki ayet, benim evimde nazil olmuştur. Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hüseyin orada idiler. Resulullah üzerinde bulunan bir örtüyü (abâyı) onların üzerine örtüp, "İşte bunlar benim ehl-i beytimdir.* Allah bu sebeple onlardan günahı götürdü ve onları temiz kıldı" buyurduğu rivayet edilmektedir. Bir başka rivayette ise Resulullah'ın ellerini örtüden çıkarıp göğe doğru kaldırdığı "Allah'ım bunlar benim ehl-i beytim ve yakınlarımdır. Onlardan günahı, kötülüğü gider, onları temiz kıl" diye üç defa dua ettiği ifade edilir.
Bu konuda Hz. Âişe'den de bir başka hadîs rivayet edilmiştir. Fakat mana farklı değildir. Şiîler'in bu hadisleri delil getirerek, Âl-i Abâ dışındakileri ehl-i beytten saymadıkları bilinmektedir. Bu arada Ahzâb suresinin ehl-i beyt hakkındaki otuzüçüncü ayetinde Peygamberimizin zevcelerine de hitap edilmesi, onların ehl-i beytten sayıldığına bir işaret kabul edilmiştir. Ayrıca bir başka hadiste Resulullah'ın: "Selman, ehl-i beyt olarak bizdendir" demesi örnek gösterilerek, ehl-i beyt dairesinin biraz daha geniş tutulduğu söylenebilir.
__________________

https://webbilgisayari.editboard.com

53==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:29 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

el-ALÎM


Allah'ın doksandokuz Esmâ-i Hüsnâ'sından biri. Alîm, bilgi sahibi çok bilen anlamındadır. Allah'ın bilgisine sınır yoktur. O, her şeyi bilir. Olmuşları olduğu gibi, olacakları da, olmuşlar kadar açık-seçik bir şekilde bilir. Hiç bir şey ilminin dışında değildir. "Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları onun yanındadır, onları ondan başkası bilemez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, -ki mutlaka onu bilir, - yerin karanlıkları içine gömülen tane, yaŒ ve kuru hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın." (el-En'âm, 6/59).
Yaratıklar, onun müsaade ettiği kadar bilgiye sahip olabilirler. Ötesini bilemezler. İnsanların bilgisi tam ve mutlak değildir; istikbâli bilmekte tamamen acz içerisindedirler. Oysa Allah'ın bilgisi, mekânla kayıtlı olmadığı gibi zamanla da kayıtlı değildir.
İnanan kimsenin Allah'ın Âlîm olduğunu bilmesi gereğince amel etmesi içindir. Kul, yaptığı her şeyin Allah tarafından bilindiğinin şuûrunu her an için hissetmeli ve ona göre davranmalıdır. Allah değil yaptıklarımızı, içimizden geçirdiklerimizi dahi bilmektedir. "Bilin ki, Allah içinizden geçeni bilir. (O halde) Ondan sakının." (el-Bakara, 2/235)

https://webbilgisayari.editboard.com

54==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:29 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂLİM


İlim sahibi, bilen, bilgin, bilgili, belli düzeyde bir bilgi birikimine sahip olan kimse. Âlim kelimesi Arapça'daki "bilmek" anlamında olan "A-lime" kökünden türetilmiştir.
İslâm'da âlim; Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerîm başta olmak üzere Resulullah'ın hadîslerini ve bütün sünnetini bilen, diğer İslâmî ilimlerden gerektiği şekilde haberdar olup ileri seviyede bir bilgi birikimine ulaşmış kimseye denir. Bu kâbiliyetli kimseler temel İslâmî bilgileri aldıktan sonra, belli bir ilim dalında daha çok ilerleyip özel bir ihtisas alanına sahip olurlar. Âlim; bilgisi artıp ilerledikçe görüş açısı genişleyen ve bilgisi ile ihtisası dışındaki alanlarda hüküm vermekten çekinen, bildiklerinin doğruluğunu sürekli olarak araştıran kimsedir.
İslâm âliminin farz-ı ayn veya farz-ı kifâye olan ilimlerden birinde ilerlemesi mümkün olduğu gibi her mümin için farz-ı ayn olan belli seviyedeki ilimleri elde ettikten sonra, daha dar çerçevede bir ilim alanında söz sahibi olacak kadar ayrı bir sahada ilerlemesi mümkündür. İslâmî bir toplumda tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi ilimlerde gerçek otorite sahibi âlimlerin varlığı zarurettir. Ayrıca bu ilimlere belli bir düzeyde sahip olup; ayrıca kimya, fizik, matematik, astronomi gibi bugün fen ilimleri olarak kabul edilen ilimlerin birinde de ihtisas kesbetmiş ilim adamlarının toplum içinde varlığı zorunludur. Bu ilimlerin birinde mütehassıs olmak her toplum içinde yaşayan insanlar için farzı kifâye durumundadır. Toplum içinde bir kişi veya birkaç kişinin bu ilimlere sahip olması, toplumun mükellef olduğu farz- ı kifâye durumunu ortadan kaldırır.
İslâm toplumunda âlimin en önemli görevlerinden biri 'emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker'dir. Âlimin toplumda Allah'ın emir ve yasaklarının tam anlamıyla uygulanıp uygulanmadığını, yöneticilerin Allah'ın hükümlerini uygulamada titiz davranıp davranmadıklarını kontrol edip bu hususta yöneticileri uyarması gerektiği gibi; bu konuda halkın da dikkatini çekmesi gerekir. Âlim, ümmetin ileri gelen şahsiyeti demektir. Âlim, her hususta İslâm'ın izzetini koruyan, İslâm'ın hâkimiyeti için gayret sarfeden, Allah'ın ahkâmını uygulama hususunda ihmalkâr davranan yöneticileri her zaman hak yola çekmeye çalışan kimse demektir. Âlim; yöneticiler zulüm ve adaletsizliğe sapınca onlardan ayrılan ve onlara karşı İslâmî bir tavır takınan kimsedir. İslâm âliminin, Allah'ın emirlerini çiğneyen yöneticilere yaltaklık eden İsrailoğulları âlimlerinden ayrı bir özellik taşıması, İslâmî izzetin gereğidir. Bu tavır İslâm âliminin takınması gereken bir tavırdır. İmam-ı Â'zam Ebû Hanîfe, imam Ahmed İbn Hanbel gibi vb. âlimlerin tavrı ve hassasiyeti bu idi.
İslâm âlimi hevâ ve hevesine uymayıp kendi arzuları istikametinde dîne ilâvelerde bulunan kimse değildir. İslâm bu çerçevedeki âlime büyük değer vermiştir. İslâm, âlimin izzet ve haysiyetini korumuş ve ona gereken mevkîi vermiştir. "...Allah'ın kulları arasında ondan en çok korkan âlimlerdir. " (Fâtır, 35/28). "Bilmiyorsanız ilim erbâbına sorunuz. " (en-Nahl, 16/43). Ayetleriyle, Kur'an'ın âlimler hakkındaki hükmü en açık bir şekilde belirtilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), âlimleri birçok hadislerinde övmüştür. En çok övdüğü âlimler ise ilimleriyle amel edenler olmuştur. (Dârimî, Mukaddime, 27). İnsanları ilimleriyle irşâd edip, onlara ilmini duyuran kimseyi Allah toplum içinde sözü dinlenir kimse kılar. (İbn Hanbel, II, 162, 223-224). Buna karşılık ilmiyle dünyaya talip olan âlimler de yine Resulullah tarafından yerilmiştir. (Tirmizî, İlim, 6). Müslüman daima Hz. Peygamber'in dua buyurduğu gibi, Allah'tan dünya ve ahiretine yararlı bir ilim ister (Müslim, Zikir, 73; Ebû Dâvud, Vitir, 32; İbn Mâce, Mukaddime, 23). İnsanların en hayırlıları âlimlerin en hayırlılarıdır (Dârimî, Mukaddime, 34, 55)
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir" (Buhârî, ilim, 10; Ebû Dâvud, İlim, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17) buyuran Resulullah âlimlerin toplumu yönlendirme hususunda peygamberlere vekil ve halef olduklarını beyan etmiştir.
İbn Mes'ud'dan rivayet edilen bir hadiste, "Allah'u Teâlâ kıyamet gününde âlimleri toplayarak buyuracak ki: 'Ben size sırf hayır murad ettim. Bunun için de kalblerinize hikmeti koydum. Haydi girin Cennetime. İşlediğiniz kusurlarınızı mağfiret ettim." buyrulur.
Ebü'd-Derda'dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.s.) âlimleri şu şekilde övmüş ve müjdelemiştir: "Her kim bu ilim yoluna girer ve ondan bir ilim talep ederse; Allah onu Cennet yollarından bir yola koyar ve ilim isteyene melekler kanatlarını gererler. Bunu o âlimin uğraşısından hoşlandıkları için yaparlar. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar. Onlar yalnız ilmi miras bıraktılar. Şu halde onu alan çok büyük bir nasip almış olur." (Buhârî, İlim, 10; Müslim, Zikir, 37; Ebû Dâvud, İlim, 1; Tirmizî, ilim, 19; ibn Mâce, Mukaddime, 17).
İlmi bir seviyeye sahip olan âlime, Allah katındaki değerinden dolayı itaat, Allah'ın emrine itaattir. Hak yolda ve hayra götüren bir hususta âlimin yaptığı tavsiyeye uymak müminler için farzdır. Bu farziyet ancak âlim, Allah'ın razı olduğu bir hususu tavsiye ederse söz konusudur. Allah'ın razı olmadığı ve Allah'ın emretmediği, dinde olmayan bir bid'atı tavsiye eden âlimin tavsiyesine uyulmaz. Böyle bir bid'ate çağrıldığında reddetmek ise mümin için farzdır. İslâm'da olmayan bir hususu dine sokmak ve kendinden bir hüküm koymak Rububiyyet iddiasında bulunmak demektir. Allah'ın emir ve yasakları dışına çıkıp İslâm dışı tağutî nizamlara yapışmak nasıl küfür ise, âlimlerin hevâ ve heveslerine uyarak koydukları hüküm ve gösterdikleri gayri İslâmî yol ve ibadetlere yönelmek ve bu ibadetleri dinden kabul etmek de küfürdür.
Bu duruma göre İslâm âlimi, toplumu yönlendiren ve Allah'ın hükümlerinin uygulanmasında titizlik gösteren bir rehberdir. Âlimler ilimlerinin gereği olarak toplum içindeki görev ve fonksiyonlarını daima hatırlamak zorundadırlar. Ümmetler, âlimlerinin doğru yolu izledikleri ve doğru yolda oldukları müddetçe ayakta kalırlar. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ali'min ölümü İslâm'da açılan bir gediktir" (Dârimî, Mukaddime, 32) buyurmuşlardır

https://webbilgisayari.editboard.com

55==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:29 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ALIN YAZISI

Talih, kader, mukadderât.
Alın yazısı, daha doğmadan önce insanın başına gelecek şeylerin Cenâb-ı Allah tarafından takdir edilmesi, insanın başına gelecek şeylerdir. Buna kader de denir

https://webbilgisayari.editboard.com

56==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:30 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

el-ALİYY


Cenâb-ı Allah'ın güzel isimlerinden biri-anlamına gelir. Allah Teâlâ bütün kâinatın üstündedir. Bu, cisimlerin yüksekliğine ve boyutlarına benzemez. Allah, kâinatın her noktasında her zerreye aynı nisbette yakındır. O'nun zatı cisimlerin yakınlık uzaklık kavramına benzemez. Allah'tan daha üstün bir varlık yoktur. Allah'ın benzeri, ortağı veya yardımcısı yoktur. Bütün kemal sıfatlarında üstün olan yüce Allah, zamanından ve mekândan beridir.
Mübalâğa ve sübut ifade eden ve fâil vezninden sıfat olan bu kelime "yücelik" anlamı ifade eden bir lâfızdır. Bu kelime Kur'an'da daha ziyade "Kebîr", "el-Azîm", ve "Hakîm" isimleriyle birlikte varid olmuştur.

https://webbilgisayari.editboard.com

57==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:31 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ALLAH (C.C)


Kâinatın ve kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratıcısı, koruyucusu olan tek varlık, ibâdet edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Huda'ya ait özel isim. En yüce varlık olarak inanılan, bütün kemâl sıfatları şahsında bulunduran ve her türlü noksan sıfatlardan uzak olan gerçek Ma'bud. Varlığı zorunlu olan tek yaratıcıya ait yüce bir isim. Bu isimle çağrılan bir başka varlık olmamıştır, olmayacaktır da.
İsim, ifade ettiği ilâhî manasıyla yalnız Allah'a aittir ve hiçbir kelime bu ismin manasını ve muhtevasını ifade gücüne sahip değildir. Bu isim başkası için de kullanılamaz (Meryem Suresi, 19/65).
İsmin, ait olduğu yaratıcı bir olduğundan, ikili ve çoğulu da yoktur. Ancak cinsleri olan varlıkların isimleri çoğul yapılabilir. Cinsleri olmayanın ismi de çoğul yapılamaz. Lisanımızda "şehirler" denilir ancak yine bir şehir olan fakat bir ikincisi olmayan İstanbul için "İstanbullar" denilerek çoğul yapılamaz. Ancak muhtelif lisanlarda Allah'u Teâlâ'nın ayrı ayrı isimleri olabilir. Türkçe'de Tanrı, Farsça'da Hudâ, İngilizce'de God, Fransızca'da Dieu gibi. Ne var ki bu isimler "Allah!' gibi özel isim değildir. ilâh, rab, ma'bud gibi cins isimdirler. Arapça'da ilâhın çoğuluna "âlihe", rabbın çoğuluna "erbâb" denildiği gibi Farsça'da Hudâ'nın çoğulu da "hudâyân" ve lisanımızda da "tanrılar", rablar, ilâhlar, ma'budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek ma'bud -Allah- için kullanıldığı gibi, Allah'ın dışında gerçek olmayan bir nice ma'bud kabul edilen şeyler için de kullanıla gelmiştir. Eski Türklerde gök tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar'da güzellik tanrıçası, bereket tanrısı, vs olduğu gibi. Halbuki "Allahlar" denilmemiş ve denilemez. Manasındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne tanrı kelimesiyle ne de bir başka kelimeyle tercüme edilebilir.
İslâm'ın temel ilkesi olan "Lâ İlâhe İllâllah" tevhid kelimesi, meselâ Fransızca'ya tercüme edildiği zaman "Diyöden başka diyö yok" Türkçe'ye aktarılmasında "İlâhtan başka ilâh yoktur." denir. O zaman da Allah kelimesi "ilâh" kelimesiyle tercüme edilmiş olur. Bu da yanlış bir tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir. Kelime-i Tevhid "tanrı" kelimesiyle Türkçe'ye çevrildiğinde aynı çarpıklık ve yanlışlık ortaya çıkar. "Allah" kelimesinin kökenini araştıran dil bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı ve has bir isim olduğudur.
Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık veren, öldüren-dirilten, dilediğini dilediği şekilde idare ve tasarrufu altında bulunduran, varlığı bir başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören, işiten, yarattıklarında en ufak bir çarpıklık ve dengesizlik bulunmayan, herşeye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir benzeri daha bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök ve yer cisimlerinin itirazsız itaat ettiği, boyun eğdiği, ismini ululadığı, ibadet edilmeye lâyık Hak mabud. Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için mabudtur. Onun İlâh oluşu, ibadete lâyık oluşu, bir başka sebepten değil; kendi 'zat'ının yüceliğindendir. insanlar zaman zaman putlara, ateşe, güneşe, yıldızlara, millî kahramanlara veya hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye tapınmışlar; bu hâlleriyle de onları ilâh ve mabud edinmişler, bilâhare bunlardan cayarak, onları tanımaz ve tapınmaz olmuşlardır. O zaman da daha evvel mabudlaştırdıkları varlıkların mabudluk vasıfları yok olur. Hülâsa Allah'ın dışındakiler ancak insanların mabudlaştırmalarıyla mabud telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa da; ibadet etse de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibadete lâyıktır. Beşerin inkârı onu Allah olmaktan uzaklaştıramaz.
İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapınma meyli; dolayısıyla bir dîni inanca eğilim vardır. Batılı dinler tarihi yazarlarının bir çoğuna göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî sebeplere bağlanmış ise de, müslüman âlimlerin genel kanaatlarına göre tamamen fıtrî ve doğuştandır. İlk insan olan Hz. Âdem'in yaratılışından önce Allah ile melekler arasında cereyan eden konuşmayı (el-Bakara, 2/30) ve bu konuşmada Âdem'in-insanın- Allah'ın halifesi olarak yaratılması hususunu düşündüğümüzde de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına Allah'a halife olacak özellikler verilmiştir. Bu da bize Allah'a bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu bildirir. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) "Her doğan insan, İslâm fıtratı üzere doğar, onu Mecusi, Hristiyan veya Yahudi yapan ana ve babasıdır" (Müslim, Kader, 25; Buhârî, Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17) hadisi ve "Sizi karada ve denizde yürüten odur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını, (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini yalnız Allah'a halis kılarak Ona yalvarmağa başlarlar. And olsun eğer bizi bu (felâket) den kurtarırsan, şükredenlerden olacağız. (derler). (Yûnus, 10/23)" ayeti de keza Allah inancının -her ne suretle ortaya çıkarsa çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat etmektedir.
Nereye gidilmişse orada basit ve batıl da olsa bir dîne, bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden, esirgeyen bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri Ona yaklaşmak için birer vesîle edinmişlerdir." "Biz, bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (ez-Zümer, 39/3) Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda inanç konusundaki birlik, dîn fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî olduğunu ispat etmektedir.
Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya kadir olan bir Allah'a inanmak, ergenlik çağına gelen akıllı her insana farzdır. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşayan insanlar bile, akılları ile Allah'ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah'a îmanla mükelleftirler.
Akıl ile Allah'ın bilinebileceğine, birçok ayet delîl olarak gösterilebilir. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Hz. İbrahim'in daha çocukluk dönemlerinde iken parlaklıklarına bakarak yıldızı, ayı, güneşi Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile zamanla yok olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk etmesi ve neticede gerçeği görerek "...ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan varedene çevirdim ve artık ben Ona ortak koşanlardan değilim. " (el-En'âm, 6/79) ayetidir. Maturîdiyye mezhebine göre Allah'a iman, insan fıtratının icabıdır. Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara bakarak bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. "Akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfidir." derler. "Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır? " (İbrahim, 14/10) ayetini delil gösterirler. Eş'ariye imamları ise "akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfi değildir." derler ve "Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmeyiz. " (el-İsrâ, 17/15) ayetini delîl gösterirler. Netice olarak, semavât ve arzın yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve kâinatta meydana gelen insan gücünün dışındaki binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde her akıllının kabul edebileceği gibi, Allah'ın varlığını ispat eden delîller vardır. (el-Bakara, 2/164).
Allah'ın zatı üzerinde düşünmek haramdır. Onun zatını idrak etmek aklen mümkün değildir. (Çünkü Allah'ın hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir şey O'na denk değildir. (İhlâs, 112/1-5). Gözler Onu idrak edemez, (el-En'âm, 6/103). Çünkü aklın ulaşabildiği ve kavrayabildiği şeyler ancak madde cinsinden olan şeylerdir. Allah ise madde değildir. Duyu organlarımızla tespitini yaptığımız ve hâlen yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan uzak olan bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Yaratılan ise yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir. Allah'ın varlığına inanmak, her müslümanın ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. İslâm ıstılâhına göre inanmak ise Allah'ın varlığına, birliğine, yani, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve inanılması gereken diğer hususlara (Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp ile tasdik etmektir. İnanan insana mümin, inanmayana ise kâfir denir. Akıl sahibi olan her insanın, Allah'ın varlığına inanması gerekir. Allah'ın varlığına inanmak, insan fıtratının icabıdır. Allah'ın varoluşu vaciptir, zarûrîdir. Varlıklar vücud bakımından üç türlüdür:
a) Vâcibu'l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan, olmaması mümkün olmayan varlık. Bu da sadece Allah Teâlâ'dır.
b) Mümkinu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olan, yani, varolması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır ki Allah'ın dışında tüm yaratıklar böyledir .
c) Mümteniu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan. Allah'ın eşi ve benzerinin olması gibi. Allah'ın eşi ve benzerinin olması mümkün değildir.
Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliğinden) Allah'tır. Kur'an'da Allah hakkında varid olan birçok vasıflar onun bir cisim olduğunun delili değil, ancak ona ait mecazi vasıflamalardır. (Bk: 5/69; 38/75; 39/67; 54/14; 2/109, 274; 6/52; 18/27 ayetler) Bu sıfatlarla Allah'ı cisimlendirme veya bir başka varlığa benzetme sözkonusu değildir.
Bütün yaratıkların ilâhı bir tek ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. O rahman ve rahîmdir. (2/163). Üçyüzaltmış putu kendilerine ilâh kabul eden Mekkeli müşrikler, bu muazzam âlemin bir tek ilâhı olduğu gerçeğini duyunca hayret etmişler, "Ey Muhammed! bu kadar insanlara bir ilâh nasıl yetişir." demişlerdi. Müşriklerin maddeci görüşlerini reddedip Allah'ın tek yaratıcı olduğuna, varlığının isbatına delil olacak birçok âyetlerden biri de şudur: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde ta, sıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) delîller vardır. " (el-Bakara, 2/164)"
Her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. Bir bilginin kesinlik kazanması için o konuda ispat edici deliller aranır. Allah'ın varlığı hakkında da bilgimizin kesinlik kazanması için birçok deliller vardır. Bu deliller, aklî ve naklî deliller olmak üzere iki grupta toplanabilir.

https://webbilgisayari.editboard.com

58==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:32 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

A) Aklî deliller
1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah'ın varlığını ispat.
Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur. O halde, başlangıcı olmayan bir var ediciye muhtaçtır. Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin, varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır. O mucidin de varlığının kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması gerekir. Bir başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah Teâlâ'dır. bu halde bu âlem vâcibu'l vücud olan bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil. Kelâm âlimleri bu delîli şöyle açıklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmuştur). Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce Allah'tır. Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle ispat edilmiştir. Söyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmiştir. Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir. Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört oluş) denir. Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur. Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık hâllerinin oluştuğu gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler. Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının delilidir. Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları gerekirdi. Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok olmamaları gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyorlar. O halde vacip değil, hâdistirler. Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir. Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur. Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratılmıştır. Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır. O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı, yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ'dır.
Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur. Yani vücudu sonradan yaratılmıştır. O hâlde o da, varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır. Şayet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir. Varlığı farzedilen bu yaratıcılar silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması şarttır. Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah'tır.
b) İhtirâ (İcat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir. Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir. Bu âlemin de bir var edicisi vardır. O da Allah'tır. Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur. Her birinin varlığının bir başlangıcı vardır. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor. İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar. O da, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, herşeyi bilen ve herşeye güç yetiren Allah 'tır
c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır. Terkip olunan her varlık, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtır. Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir. Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır. Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir. Teselsül ise batıldır. O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır. O da, Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır.
2-İmkân Delîli
a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır. Her mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O kuvvet de bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır. O da Allah'tır.
b) Hakîkatta bir mevcut vardır. Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da varlığı ve yokluğu mümkün olandır. Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan yalnız Allah'tır. Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır. O yaratıcı-müreccih ise Allah'tır.
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin hareket hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir. Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir. O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez. Bu hareket silsilesinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir. O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır.
3- İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli. içinde bulunduğumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz. Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır. Âlemde varolan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur. Âlemde en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir. Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. İnsanın yaratılışı güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na ibadet etmektir. İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır. İşte âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud olan Yüce Allah'tır. Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile getiren bir çok ayet vardır. (Bakara, 2/22, Nebe', 78/6-16, ....)
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl sahibi, Allah'ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını keşfedebilir. Bunun için Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini, akletmelerini istemektedir. Aklı delillere ilâveten Allah'ın varlığını isbat eden naklî delillere de kısaca göz atalım.
B) Naklî Deliller:
Naklî delillerden kastımız, Allah'ın varlığını dile getiren ve üzerinde düşünmemizi isteyen Kur'an ayetleridir. Sayıca bir hayli kabarık olan bu ayetlerden sadece birkaç tanesini zikredeceğiz:
1- "Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için birer kazık kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık, uykunuzu dinlenme vakti kıldık, geceyi bir örtü yaptık, gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık, üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik, parlak ışık veren güneşi varettik, taneler, bitkiler ve ağaçları sarmaş-dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur indirdik." (Nebe', 78/6-16).
2- "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır." (el-Bakara, 2/164).
3- "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır. Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi. Sonra yine oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır. " (Nûh, 71/15-18).
4- "Şimdi gördünüz mü attığınız meniyi? "
"Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş değildir. (Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz, (bunu) düşünüp ibret almanız gerekmez mi? Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık, hayret ederdiniz. 'biz borçlandık, doğrusu biz yoksun bırakıldık! (derdiniz). İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. , Şükretmeniz gerekmez mi? Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık. Öyleyse Ulu Rabb'inin adını yücelt. " (el-Vâkıa, 56/58-74).
5- "Yer ve gökleri yaratan Allah'u Teâlâ'nın varlığında şüphe edilir mi?" (İbrahim, 14/10).
6- "Andolsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah" derler, "Hamd Allah'a lâyıktır" de. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar. " (Lokman, 31/25).
7- "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dîne çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dîne dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. işte doğru dîn odur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30/30).
Allah'ın sıfatları: İslâm'da iman esaslarının ilk ve en mühim şartı Allah'a imandır. Allah'a iman ise; yalnız Allah'ın mücerret zat-ı ilâhisine inanmakla olmayıp, aynı zamanda o yüce varlığın zatı hakkında vacip olan "Kemâl sıfatlarıyla", yüce zatına vasfedilmesi mümkün olmayan "noksan sıfatlara" ve zat-ı ilâhisi hakkında inanılması caiz olan sıfatlara toptan ve tafsilatlı olarak inanmakla olur. Zatî ve sübûtî sıfatlar olarak iki bölümde ele alınan bu sıfatlar sırasıyla şunlardır:

https://webbilgisayari.editboard.com

59==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:32 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

Zatî sıfatlar
1-Vücut. Bu sıfat, Allah'ın var olduğunu ifade eder. Allah vardır ve en büyük varlık O'dur. O'nun varlığı, herşeyin varlığından daha belirgindir. Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı. Kâinatın varlığı O'nun varlığına en büyük şahittir. Âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir. Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok olabilir. Halbuki çevremizde sayılamayacak kadar varlık vücuda gelmekte ve yok olmaktadır. En ufak çarpıklık olmaksızın, en ince hesaplarla var olan ve varlığını çarpıcı özellikleriyle devam ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya çıkması ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Bütün bunlar, bu âlemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığının şüphe götürmez delilleridir .
Allah'ın varlığı, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp; ilâhî vücudu, zatının gereğidir. Vücudu zatının icabı olduğu içindir ki; Allah'a "Vâcibu'l Vücud" denmiştir. Allah'ın zatının ve sıfatlarının hakikatini anlamak; sıfatlarının zatının aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zıt bir şey mi olduğu hususunu kavrayabilmek aklen mümkün değildir. Allah'ın ilâhî vücudu ister zatının aynı, ister gayrı olsun, her mükellefe vacip olan husus; Allah'ın var olduğuna inanmaktır. O'nun varlığına inanmamızı gerektiren akli ve naklî delilleri yukarıda izah ettik.
Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir. Yokluk, Allah için muhâl olan noksan sıfatların birincisidir. Allah'ın yokluğu ne geçmişte, ne de gelecekte mümkündür.
2-Kıdem. Allah'u Teâlâ, varlığı, zatının icabı olduğu için kadîmdir ezelîdir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah'ın var olmadığı bir zaman düşünülemez. Eğer Allah kadîm-ezeli olmasaydı, hâdis- (sonradan var olmuş) olurdu. Sonradan var olan her şey, kendisini icat eden bir (muhdise)- yaratıcıya muhtaçtır. Aksi takdirde yok olan bir şeyin varlığını yokluğuna tercih eden bir yaratıcı olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün düşünürlere göre batıldır. Allah kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu. Halbuki Allah'ın vücudu, zatının icabıdır. Yani varlığı kendindendir. Bir şeyin bir anda hem var, hem de yok olması ise mümkün değildir. Öyleyse Allah hâdis değil, kadîmdir.
Kıdem sıfatının zıddı "Hudûs-sonradan var olma" sıfatıdır. Allah kadîm olduğu için O'nun hâdis olması aklen mümkün değildir.
3-Bekâ. Allah ebedîdir, varlığının sonu yoktur. O daima vardır. Varlığı kendinden olduğu için O, hem kadîm ve eze!î; hem de bakî ve ebedîdir. "O, evvel ve ahirdir." (el-Hadîd, 57/3), "Kâinattaki her şeytani -yok olucudur. Celâl ve İkram sahibi olan Rabb'im -zatı bakî'dir- ebedî'dir-. " (er-Rahman, 55/27) Bu ayet-i kerimeler, Allah'ın bakî olduğunun delilleridir. Allah'ın vücudunu harici bir kuvvet yok edemez. Çünkü kadîm olan Allah'ın dışındaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan yaratılmıştır.) Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatın vücudunu yok edemez. Zira vacibü'ı-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik sıfatlardan uzaktır. Varlığını devam ettirememe acizliktir. Acizlik ise noksanlıktır. Allah noksanlıktan münezzehtir. O'nu yok edecek bir kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bakîdir, varlığının sonu yoktur.
Bekâ'nın zıddı "fena -(bir sonu olmak)"dır. Allah'ın fânî olması ise aklen muhaldir.
4-Muhalefetü'n li'l-Havâdis. (Sonradan vücut bulan varlıklara benzememe). Allah zat ve sıfatı ile sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzemez. Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkında akla aykırıdır, mümkün değildir. Sınırlı olan aklımızla Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim, hayâlimizde nasıl canlandırırsak canlandıralım, O, bizim düşündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varlıktır. Hayalimizden geçirdiğimiz bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan, varlığı, bir başkasının varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm, noksan varlıklardır. Allah ise her türlü noksanlıklardan uzak mükemmel ve mukaddes bir varlıktır. Böyle yüce bir varlık, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez. Allah kendi zatını "O 'nun benzeri yoktur. O, herşeyi işitici ve görücüdür. " (eş-Şûrâ, 42/11)" ayetiyle vasıflandırmıştır. Peygamberimiz de (s.a.s.), "Allah aklına gelen her şeyden başkadır. " buyurmuştur. Allah, sonradan olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık olurdu. Kadim ve bakî olan bir varlık ise hâdis olamaz. Başkasına benzemeye muhtaç olan bir varlık, benzediği varlığın ve diğer varlıkların yaratıcısı olamaz. Allah, tek yaratıcı olduğuna göre, yarattıklarına benzemez ve muhalefetü'n li'l-havâdis sıfatıyla muttasıfdır. Bu sıfat aynı zamanda, Allah'ın, diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek, yemek, içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu ifade eder." (Fetih, 48/10; er-Rahman, 55/27; Tâhâ, 20/5). ayetlerinde geçen "Allah'ın eli", "Allah'ın yüzü", ''Allah'ın arşı istiva-istilâ etmesi" gibi maddî varlıklara ait sıfatların Allah hakkında kullanılmış olması, Allah'ın başka varlıklara benzediğinin delili değildir. Bu kelimelerin hepsi mecazî anlamındadır. Allah'ın eli: Allah'ın kudreti; Allah'ın yüzü: Allah'ın zatı manasında kullanılmıştır.
5-Kıyâm Binefsihi. Her şey, kendi dışında bir varlığın yaratmasına muhtaç olduğu halde, Allah, başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardır. Bu sıfatın zıddı olan "mutlak ihtiyaç" Allah hakkında muhal olan noksan bir sıfattır. Âlemde bulunan her varlık, yar olmasında ve varlığının devamında bir yaratıcıya muhtaçtır. Hiç bir şey kendi kendine var olmamıştır, varlığı sonradan vücûda gelmiştir. Buna mukabil Allah'ın varlığı kendi zatı'nın gereğidir, var olmasında, kendinin dışında bir başka varlığa muhtaç değildir. Zatı düşünüldüğü zaman, vücudu da zatıyla beraber düşünülür. Ne zatı vücudundan, ne de vücudu zâtından ayrı tasavvur edilemez. Kâinatın var olması, kendinden evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratıcı sayesindedir, O'da Allah'tır. Allah yaratıcıdır, diğer varlıklar ise yaratılandır. Yaratıcı, yaratılana muhtaç olamaz.
"Ey insanlar! Siz, Allah'a muhtaçsınız. Allah ise -her şeyden- müstağnîdir (muhtaç değil), öğünmeye lâyık olandır." (Fâtır, 35/15)
"Şüphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir." (el-Ankebut, 29/Cool.
6-Vahdâniyet. Allah'ın her yönden bir olduğunu bildiren vahdaniyet, bir kemal sıfatı olduğu için, bu sıfatın zıddı olan "birden fazla olmak, bir ortağı bulunmak", Allah hakkında mümkün olmayan bir sıfattır. Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Bütün semayı dinlerdeki inanç esaslarının temelini "Allah'ın birliği" sıfatı oluşturur. Bu inanca "Tevhîd Akîdesi" denir. Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel is, Allah katında makbûl değildir. En son ve en mükemmel din olan İslâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün insanları öncelikle bu temel inanca çağırmıştır. Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varlıkların ve bütün insanların Rabb'ıdır. Her şeyi yaratan, rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O'dur. O'nun ortağı, oğlu veya kızı yoktur. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'nun eşi ve benzeri olamamıştır. Bu inanç ile İslâmiyet insanları Allah'ın dışındaki varlıklara kul köle olmak zilletinden kurtarmış, onlara mutlak istiklâllerini iade etmiş. Allah'ın birliği fikrini zedeleyen her türlü kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibadeti, insanın insana köle ve esir olma despotluğunu ortadan kaldırmış, Allah'tan başkalarını rab edinmeyi en büyük günah ve şirk kabul etmiştir. Böylece İslâmiyet, dünyaya akıl, ruh ve ahlâk sahalarında olduğu kadar, fizikî sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş; tevhîd akidesiyle bütün insanların tek bir mabûdu olduğunu, dolayısıyla beşeriyetin de bir ana ve babadan meydana geldiğini ifade ederek "beşer ırkında birlik" fikrini telkin etmiştir. Her müslüman Allah'ın bir olduğunu söylemeli ve bu inancını Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle, ibadetine dolaylı olarak da olsa hiçbir şeyi veya kimseyi ortak koşmamakla ispat etmelidir. Bu noktada, sözü ile ibadetindeki birlik ruhu aynı olmalıdır. Allah'ın birliğine delil olan ayetlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
a) "De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey varlığını ve varlığının devamını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiç bir , şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından)doğurulmamıştır. Hiçbirşey O'nun dengi olmamıştır." (İhlâs, 112/1-4) .
b) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn, 109/1-6).
c) "Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (Fâtır, 35/3).
d) "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de diğerine galebe ederdi." (Mü'minun, 23/91)
e) "Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu." (el-Enbiyâ, 21/22).
Allah, zatında, ilâhlığında, mabud ve yaratıcı oluşunda birdir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Kâinatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun içindir ki ikinci bir Allah'ın varlığına imkân yoktur. Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki Allah'tan biri kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise, diğeri zâid-fazla olmuş olurdu. Bunun aksine, yalnız başına kâinatı yaratmaya muktedir değilse, bu durumda da aciz-güçsüz olurdu. Aciz ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz. Bu nedenle Allah vardır ve birdir.
Sübûtî sıfatlar
7-Hayat. " Allah hayat sahibidir. " (Âli İmrân, 3/2). Bu sıfat, Allah'ın zatına vacip olan sıfatlardandır. Fakat Allah hakkında vacip olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddi bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir. Allah hakkındaki vücut sıfatının kamil olması, O'nun diri olmasıyla mümkündür. Hayatın zıddı ölümdür. Ezelî olan Allah hakkında ölümü düşünmek, akla aykırıdır. Bir varlık hem ezelî, hem de ölümlü olamaz. İlim, irade, kudret ve diğer kemâl sıfatlarını zatında bulunduran Allah'ın diri olması zaruridir. Çünkü ölünün âlim, her şeye güç yetiren, işitici, görücü olması düşünülemez. Ölüm, bir noksanlık sıfatıdır. Allah ise noksanlıklardan uzaktır. O hâlde Allah'ın hayat sahibi olduğu bir gerçektir. Bu sıfat, ancak Allah'ta ezelî ve ebedîdir.
"Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi (olan Allah)'a dayanan. " (el-Furkan, 25/58).ayeti ve benzeri ayetler Allah'ın, hayat sahibi olduğunu ifade eder.

https://webbilgisayari.editboard.com

60==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:32 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂLU İBRAHİM


Hz. İbrahim'in soyundan gelenler, onun ümmeti ve milleti olanlara verilen isim. Kur'an-ı Kerîm'de birçok yerlerde Hz. İbrahim (a.s.)'in adı tekrarlanmaktadır. Bunlardan birinde "Gerçekten Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim Hânedânını (Âli İbrahim) ve İmrân ailesini âlemler üzerine seçkin kıldı" (ÂIi İmrân, 3/33) buyurulmaktadır. Bazı müfessirler, Âli İbrahim tabirinden, İsmail ve İshâk (a.s.) ile onların zürriyetinin kasdedildiğini söylemektedirler. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a.s.)'in de bunlara dahil olduğu belirtilmektedir. Bu arada Âli İbrahim tabirinin Hz. Peygamberin (s.a.s.) ümmetini de içine aldığını söyleyenler olmuştur. Buna delil olarak namazlarda oturma anında okunan salât duası gösterilmektedir. Bu ifadelerde Âli İbrahim'den bütün müminlerin kasdedilmiş olduğu belirtilmektedir.

https://webbilgisayari.editboard.com

61==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:32 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂLU YÂ'KUB


Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Ya'kub ve onun neslinden gelenler için kullanılan Kur'anî bir tabir.
Âlu Ya'kub hakkındaki bilginin toplandığı Yusuf suresinde ilâhî ifadeyle Hz. Ya'kub, oğlu Hz. Yusuf (a.s.)'a şöyle demiştir: "Rabbin seni (peygamber olarak) seçecek, sana rüyaların tabirini öğretecek, daha önceki ataların İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Âlu Yakub'a (Ya'kuboğulları'na) da nimetini tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin alîm'dir, hakim'dir." (Yusuf, 12/6)
Gerek bu ayette gerekse Hz. İbrahim (a.s.) ve onun ailesiyle ilgili ayetlerde Cenâb-ı Allah'ın bu nesli ve bu nesilden gelenleri tevhîd akidesinin tebliğcileri ve bu tebliğ ile görevliler olarak seçtiği görülmektedir.

https://webbilgisayari.editboard.com

62==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:32 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

AMEL


İş, vazife, hareket, idare, daire, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibadet, hayırlı iş. Daha ziyade canlıların bir maksatla yaptıkları işe amel denir. Yapılan işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir, amel denmez (Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, 348). Çoğulu "a'mâl" gelir. Gramerde amel, âmilliği, yani bir kelimenin diğer bir kelime üzerindeki tesirini ifade eder.
Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi') amel olmak üzere ikiye ayrılır. insan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır. Ayetlerde; "Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur" (el-Mülk, 67/2), "şüphesiz ki, sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/155), "Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi denemek için hayır ve serle imtihan ederiz. Siz ancak bize döndürüleceksiniz. " (el-Enbiya, 21/35) buyurulur.
İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve ahirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması şarttır. Bu konuda iman ön şarttır. İman da; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allâh'tan olduğuna inanmayı kapsamına alır.
Ayetlerde şöyle buyurulur: "Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz maddî manevi büyük kayıp içindedir. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır" (el-Asr, 103/1-3), "İnkâr edip, imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını feda (tasadduk) etseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir yardımcıları da yoktur" (Âli İmrân, 3/91).
Sâlih (iyi) amelin özü, Allah'u Tealâ'nın emirlerini üstün tanımak, Allah'ın hükümlerini yeryüzünde uygulamak, onun din ve şeriatını korumak, yarattıklarına şefkat beslemek ve yardım etmektir. Salih ameller ikiye ayrılır. Birincisi; bedenî ibadetler gibi, yükümlünün önce ve bizzat kendisine yarar sağlayan ve kendisinin iyileşmesine yarayan amellerdir. Namaz, cihat, küfürle mücadele, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için gayret sarfetmek ve bunun gerçekleşmesi için Allah'a dua istiğfarda bulunmak, oruç tutmak bunlar arasında sayılabilir. ikincisi; zekât ve sadaka gibi başkalarına yararı olan amellerdir. (M. H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6079, 6080).
Allah'ın yasakladığı işler de kötü amel sayılır. Allâh'u Teâlâ insana irade-i cüz'iyye vererek, iyi ile kötü, hayır ile şer arasında ona belli ölçüde serbestlik tanımıştır. insan kendi isteği ile tercihini yapar. Bu yüzden de yaptığı işlerden sorumlu olur. Dünyadaki amellerinin sonucuna göre de ahirette karşılık görür.
Kur'an-ı Kerîm'de iyi ve kötü amellerden ve bunların sevindirici veya üzücü sonuçlarından söz eden pek çok ayetler vardır:
"Onlar, Allah'ın yanında bir başkasını ilâh edinip, ona kulluk etmezler. Ölümü hak edenler dışında, Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa işlediği günahın cezasını görür kıyamet günü azâbı kat kat olur. O korkunç azâbın içinde hor ve hakir bir halde ebediyen kalır. Ancak tevbe eden, imanında samimi kalıp salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah gafûrdur, rahimdir. (Çok affeden ve çok merhamet edendir)" (el-Furkan, 25/68-70). "Kim tevbe edip, salih amel işlerse, şüphesiz o, Allah'a hakkiyle yönelmiş olur" (el-Furkan, 25/71).
Yukarıdaki ayetlerde zikredilen adam öldürme ve zina gibi en ağır kötü amellerden sonra, tövbe edenlerin azaptan istisna edilmesi, katilin ve zaninin de tövbesinin geçerli olduğunu gösterir .
"Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası; içinde devamlı kalmak üzere Cehennem'dir" (en-Nisa, 4/93). Bu ayet, katilin affedilmeyeceği anlamında değildir. Ayet Medine'de nazil olmuş olsa bile mutlak*tır. Manası, katilin tövbe etmeden önce vefat etmesine hamledilmiştir.
Hz. Peygamber'e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: "Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (mebrûr) alış-veriştir" (Ahmed b. Hanbel, III, 466, IV, 141; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, III, 60, 61).
Amellerin değeri imandan sonra niyete*de bağlıdır. Yüce duygu ve amaçlar taşımayan veya kötü amaçlar için yapılan bazı âmeller kişiye fayda sağlamaz. Meselâ, ashâb-ı kirâm Medine'ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine'de daha güzel ibadet, taat ve amellerde bulunmak, İslam'ı, oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler. İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine'ye gelmişti. işte Hz. Peygamber, diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükafatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine "Ameller ancak niyetlere göredir" (Buhârî, Bedü'l- Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155) buyurdu.
"Biriniz müslümanlığı iyi yaşadığı zaman, kendisine işlediği her iyi amel on katından yediyüz kata kadar katlanmış olarak yazılır. Yaptığı her kötülük de misliyle (ceza) olmak üzere yazılır" (Buhârî, İman, 31; Müslim, İman, 205.)
"Birr (iyilik, sıla) ahlâk güzelliğidir. İsm (günah ve günaha sebep olan şeyler) ise, kalbini gıcıklayan ve insanların bilmesini hoş görmediğin şeylerdir" (Müslim, Birr ve Sıla, 14; Tirmizî, Zühd, 52; Dârimî, Rikâk, 23).
"Gerçek müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların selâmette kaldığı kimsedir" (Buhârî, İman, 4-5; Müslim, İman, 64).
"Nerede ve hangi hâlde olursan ol Allah'tan kork. Kötülük işlemişsen hemen bir iyilik yap ki, o iyilik kötülüğün günahını silsin. insanlara güzel muamelede bulun" (Tirmizî, Birr ve Sıla, 55; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 5; Dârimî, Rikâk, 47).
Başkalarını iyi ve güzel ameller işlemeye davet etmek, Allah ve Resulünün övdüğü bir davranıştır.
Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Hayrın işlenmesine vesile olan kimseye o hayrı işleyenin ecri kadar ecir vardır" (Müslim, İmâret, 133; Ebû Dâvud, Edeb, 115; Tirmizî, İlim, 14).
"Doğru bir yola çağıran kimse, ona tabi olanların ecirleri kadar kendisi de ecir alır. Bu, tabi olanların ecrinden bir şey eksiltmez. Kötü bir yola davet eden kimse de, ona tabi olanların günahlarından hiç bir şey eksiltmez" (Müslim, İlim, 16, Zikir, 1; Ebû Dâvud, Sünnet, 6; Tirmizî, ilim, 15).
"İslâm'da güzel bir çığır açan kimse hem o çığırın, hem de o çığırla amel edenlerin ecrini kazanır." (Müslim, Zekât, 70; Ebû Dâvud, Sünnet, 6).
Sonuç olarak yukarıda verilen ayet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, amel yalnız ibadetlerden ibaret olmayıp, günlük hayatta bir müslümanın diğerine veya topluma karşı yaptığı güzel iş, yardım ve muameleler de bu niteliktedir.

https://webbilgisayari.editboard.com

63==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:33 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

AMEL DEFTERİ

İnsanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin kayıt edildiği defter. Bu defter sesli bir film misali insanın her türlü hâl ve hareketini, konuşmalarını zapt eden bir defterdir. Bu kayıt ve zabıtlarla insan ahirette hesaba çekilecek, bu defter insanın leh veya aleyhinde bir şahid olacaktır. Kur'an'da "kitab" olarak zikredilmektedir .
Dünya hayatında devamlı olarak insanla beraber bulunan ve onun yaptıklarını kaydeden melekler vardır. Kur'an-ı Kerîm bu melekler hakkında şöyle buyurur:
"...Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı (melekler). Her ne yaparsanız bilirler" (el-İnfitâr, 82/10-12). "O, (İnsan) her ne söz söylerse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır" (Kaf, 50/18).
Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza* (Hâfıza) melekleri veya Kirâmen Kâtibîn * (Şerefli Yazıcılar) yahut "Rakîb Atîd" denmiştir.
Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek ve insan kendi yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır. Defterleri sağ tarafından verilen kimseler Cennetlik bahtiyarlar, sol tarafından veya arkasından verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır. Bahtiyarların hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek; bedbahtlar ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır. Kur'an-ı Kerîm bu hususta da şöyle buyurur:
"....İşte o vakit kitabı (amel defteri sağ eline verilmiş olan kimse der ki: 'Gelin kitabımı okuyun. Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba çekileceğimi) zannetmiştim!. Artık o hoşnut bir hayatta yüksek bir Cennet'tedir " (el-Hâkka, 69/19-22). "Kitabı sol eline verilmiş olan ise, der ki: 'Eyvah, keşke kitabım bana verilmeseydi... Hesabının da ne olduğunu bilmeseydim!... Tutun onu hemen bağlayın onu, sonra Cehennem'e atın onu..."(el-Hâkka, 69/25-27, 30-31).
İnsan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve Kur'an'ın tabiriyle şöyle diyecek "Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış... " (el-Kehf, 18/49).
Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları ameller doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye sahip olduğuna göre amel defterinin iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi etkilidir. "İman edecek salih amel işleyenlerin amelleri zâyi' olmaz. Biz onu yazmaktayız. " (el-Enbiyâ, 21/94). Bu hususta başkasını suçlamasına mahâl yoktur. Arzu edilir ki o defter yüz ağartıcı sahifelerle dolu olsun. Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri süsleyecek olanlardır. Bu da ancak Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak, bu dini yaşamak ve Allah Resulu'nün gösterdiği yoldan gitmekle elde edilir.

https://webbilgisayari.editboard.com

64==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:33 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

AMEL-İ KESÎR


Çok amel, çok iş.
Amel sözlükte; iş, eylem, hareket demektir. Kesîr ise çok anlamına gelir. Sıfat tamlaması olarak "çok hareket" demektir. Fıkıhta namazı bozan işlerle ilgili olarak kullanılan bir terimdir. Bir kimse namazda iken, dışarıdan gören kimsenin onun namazda olmadığında şüphe etmeyeceği derecede ilâve hareketler yapıyorsa buna "amel-i kesir" denir. Eğer dışarıdan bakan kişi, namaz kılanın namazda olup olmadığında şüphe ederse, buna "amel-i kalîl (az hareket)" denir. Namazda yapılan çok hareket (amel-i kesir) namazı bozar. Meselâ namaz kılan kimsenin, namaz içinde ceketini çıkarması, çorap giymesi, birisiyle konuşması gibi. Paltonun eteklerini toplama, takke veya sarığı düzeltme gibi hareketler ise az hareket (amel-i kalîl) sayılır ve namazı bozmaz. Ayrıca maliki mezhebinde amel-i kesîr'in namaz cinsinden de olmaması gerekir. Hareketin kasten veya unutarak olması sonucu değiştirmez.
Namaz kılan, namaz cinsinden ilâve bir hareket yaptığı zaman, -rükû' yahut secdeleri fazla yapmak gibi-, eğer bunu kasten yapmışsa, hareketin azı da çoğu da namazı bozar. Eğer bunu unutarak yapmışsa, namazı bozmaz. Nitekim sözlü olan fazlalıklar, fâtiha'yı iki defa okumak gibi, kasten olsa bile, mutlak olarak namazı bozmaz. Ancak yanlışlıkla olmuşsa "sehiv secdesi*" yapılır.
Namazda göğsün kıbleden başka tarafa çevirilişi namazı bozar. Ancak bunu yapmaya zorlanılmış olur veya zorunlu sebeplerle yapılmış bulunulursa, bu şekilde namazın rükünlerinden bir rükûn edâ edilinceye kadar kalınmadıkça namaz bozulmaz. Eğer insan bu hareketi isteyerek ve özürsüz olarak yapmışsa namaz bozulur. Aksi hâlde, göğsü çevirme az olsun çok olsun namaza zarar vermez (el-Cezîrî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, I, 305-306).
Fürû' kitaplarında amel-i kesîr ve kalîl için şu ölçüler verilmiştir:
1) Uzaktan bakanın namaz kılan şahsın, yapması sebebiyle namazda olmadığına şüphe etmediği iş amel-i kesîr; namazda olup olmadığında şüphe ettiği iş ise amel-i kalîl'dir.
2) Âdet olarak iki elle yapılan iş amel-i kesîrdir. Bunun bir elle yapılması hükmü değiştirmez. Sarık sarmak, kemer bağlamak gibi. Âdeten bir el ile yapılan iş amel-i kalîldir. Takke giymek ve çıkarmak gibi. Ancak bunu üç defa tekrar ederse ameli kesîr olur.
3) Birbiri ardınca yapılan üç hareket amel-i kesir, değilse amel-i kalîl sayılır.
4) Amel-i kesîr kasten yapılan iştir.
5) Durum namaz kılanın görüşüne bırakılır. Onun çok gördüğü iş ameli kesir, az gördüğü ise amel-i kalîldir (İbn Âbidîn Terc., İstanbul 1982,II, 537, 538)

https://webbilgisayari.editboard.com

65==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:33 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

AMEL-İ SÂLİH
İyi, güzel, faydalı, sevaba ve Allah'ın rızasına sebep olacak, haram sınırına girmeksizin kişinin iman, iyi bir niyet ve ihlâs ile yapmış olduğu davranışlar .
"Amel", iş manasına gelir. "salih" ise, elverişli, yararlı, yarayışlı demektir. Dolayısıyla amel-i salih; kişiye ahiret saadetini sağlamaya, Allah'ın rızasını kazanmaya elverişli olan, Allah katında bir değer ifade eden davranışlardır .
İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, onu çepeçevre sararak koruyan salih amellerdir. Amel-i sâlih Kur'an-ı Kerîm'de doksan küsür yerde doğrudan doğruya veya dolayı olarak emredilmiştir. Sâlih amelden sözeden ayetler genellikle, önce imana değinerek başlarlar. Bunların hep "İman edip salih amel isleyenler..." şeklinde oldukları görülmektedir. Bu da iman ile amelin, bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu ortaya koyar. iman olmadan güzel davranışların hiçbir önemi olmadığı gibi, salih amel olmadan da kuru bir imanın tadı yoktur
Bir müslümanın imanını salih amellerle bütünleştirmesi, dünya ve ahiret hayatına bağlı olarak bütün davranışlarını güzelleştirmesi gerekir. İslam'ın müminlerden istediği iman ve salih amel budur. Nitekim Cenâb-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de kurtuluşa erebilecek kimseleri şöyle tanıtıyor: "Asr'a yemin olsun ki hiç şüphesiz insan hüsrandadır. Ancak iman edip salih amel işleyenler birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna." (el-Asr, 103/1-3). "Muhakkak ki iman edip salih amel işleyenler, yaratıkların en hayırlısıdırlar." (el-Beyyine, 98/7). Bu ayetlerden anlaşıldığı gibi imanın yanında mutlaka salih amel gerekir. Bu da İslâm'ın bütün emir ve yasaklarının yeryüzünde uygulanması, insanların hayatına hakim kılınması için gereken amelî ve sözlü tebliğdir. Allah'ın emirlerini uygulayıp, bunları kendi nefislerinde yaşayarak toplumda yerleşmesi için çalışmak amel-i salihtir. En hayırlı yaratık olmanın şartı budur. Kur'an-ı Kerîm'de salih amel'den söz eden bütün ayetlerde hemen hemen önce imandan söz edilmektedir.
"Kadın, erkek iman etmiş olarak kim salih amel islerse ona güzel bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz. " (en-Nahl, 16/97).
"İşte o gün hükümranlık Allah'ındır, O. aralarında hükmeder. İnanıp salih amel isleyenler, en güzel Cennetlerdedir." (el-Hacc, 22/56).
"İman edip salih amel işleyenlerin kötülüklerini örteriz. Onları yaptıklarından daha güzeli ile mükâfatlandırırız." (el-Ankebût, 29/7).
"İman edip salih amel isleyenleri iyilerin arasına koyarız. " (el-Ankebût, 29/9).
Amel-i salih ister istemez ihlâsı çağrıştırır, işin salih olması ancak Allah rızasının mutlaka gözetilmesi ile gerçekleşir. Amel, Allah rızası için olacak ve insan bu amelinin karşılığını yalnız Allah'tan isteyip yalnız ondan bekleyecektir. İnsanların hoşnutluğunu ve beğenisini kazanmak için yapılan ameller asla amel-i salih değildir. Zira buradaki niyet bozukluğu insanı ihlâssızlığa ve riyaya götürür. Riya ile yapılan amellere ise Cenâb-ı Hak iltifat etmez ve karşılığını da vermez.
Amel-i salih, Allah'ın rızası gözetilerek yapılmış bir amel olursa kişinin duasının kabul olunmasına sebep ve vesile olabilir. İnsan sıkıntı anlarında daha önceden yapmış olduğu salih bir amelden dolayı Allah'ın izniyle sıkıntıdan kurtulabilir.
Bu hususta müttefekun aleyh olarak nakledilen hadis meşhurdur. Pek uzun olan bu hadiste kısaca şu olay anlatılır: "Üç kişi yağmurdan korunmak için bir mağaraya girerler ve mağaranın ağzına bir taş yuvarlanıp mağaranın kapısı kapanır. Duadan başka çareleri yoktur. Onlardan birisi anne-babasına hürmette en ufak bir kusurda bulunmadığını, diğeri çalıştırdığı işçinin hakkına son derece riayet ettiğini ve kendi uhdesinde kalmış olan işçinin hakkını yine onun namına çalıştırıp büyük bir meblağlarak yıllar sonra ona verdiğini, öbürü ise her türlü imkân ve uygun bir ortam mevcut olduğu hâlde zina etmediğini, bütün bunları da sadece Allah rızası için yaptıklarını söyleyerek o sıkıntının giderilmesini dilerler. Sonunda Allah'ın izniyle tas yuvarlanır gider ve onlar da kurtulur" (Buhârî, Edeb, 5; Müslim, Zikir, 100). Burada bizler için ibretler mevcuttur: Kişi sıkıntıya düşebilir. O anlarda Allah'a dua ederken zikretmesi gereken amel-i salihi bulunmalı, o güne kadar kişi, amel defterine bu türden ameller kaydettirmelidir. ihlâsla yapılan amel, inciye benzer. Ne kadar küçük olursa olsun o yine de çok kıymetlidir.
Allah, kendisine ulaşmamız için vesileler aramamızı emreder (el-Mâide, 5/35). "Vesile" kelimesinin akla getirdiği mana ise Allah'ı razı edecek amel vb. dir. (İbn Kesîr, Tefsir, II, 563).
Bu arada hayırlı evlâd da amel-i salih cümlesinden sayılmıştır. Hayırlı evlâd yetiştirmek zamanımızda müslümanlar için hayli önem arzeden bir meseledir. Resulullah (s.a.s.): "İnsan ölünce ameli kesilir (amel defteri kapanır). Ancak üç şey müstesna (onlar yazılmaya devam eder): Sadakayı cariye (insanların uzun zaman istifade ettiği çeşme, yol, köprü, hastahane, cami...), kendisinden istifade olunan ilim (kitap vb.), kendisine duacı olan salih evlâd" buyurmuştur (Ebû Dâvud, Vesâyâ; 14; İbn Mâce, Mukaddime; 20). Evlâtların, amel-i salih olacak şekilde yetiştirilip ardımızdan bizlere hayır dua eder bırakılması önemli görevlerimizdendir .
Bunun aksine, makbûl olmayan çocuklara "amel-i gayr-i salih" denilmiştir. Hz. Nûh (a.s.), kendisine isyan edip gemiye binmediği için sularda boğulan oğlunu tufandan sonra yeniden Allah'tan isteyince Allah'u Teâlâ cevaben "Ey Nûh, o, senin ailenden değildir. Çünkü o, amel-i gayri salih (salih olmayan bir amel-sahibidir..." (Hûd, 11/46) buyurdu.
Ameli salih, imanın tabii bir semeresidir. Eğer bir kalpte iman yerleşmiş ise, bu imanın gerektirdiği hareketler, yavaş yavaş ve kendiliğinden tezahür etmeye başlar. Bu kaçınılmazdır. Çünkü iman sadece dil ile ikrar edip monoton bir hayat tarzını benimsemek demek değil; bilâkis dil ile ikrarın yanında, müspet ve hareketli bir gerçekten ibarettir. Salih amelde, vicdanda yer eden imanın, vakit kaybetmeden kendini dış dünyaya açıklaması demektir. İslâm'da sözü edilen iman, işte bu şekilde salih amellerle tamamlanan bir imandır. Bu imanın pasif kalmaya asla tahammülü yoktur. Müminin içinden çıkıp dışına aksetmesi gerekir. Eğer bir iman, bu tabii hareketi sağlayamıyorsa, o ya sahtedir veya ölüdür. İman, güneşten uzak kapalı bir kutuda yetiştirilmeye çalışılan çiçek misali, sadece kişinin iç dünyasında gizlenip kalamaz. Böyle bir iman yok olmaya mahkûm veya ölüme terkedilmiş demektir. O. ancak salih ameller ile beslendikçe kuvvet kazanır ve hayat bulur.
İmanın kıymeti buradan gelmektedir. iman; amel, hareket, bina ve imar işidir. Kişiyi Allah (c.c.)'a yöneltir.
"İnanıp salih ameller işleyenlere gelince. Onların yaptıklarına karşılık, varacakları Cennet konakları vardır. " (es-Secde, 34/19).
"İnanıp salih amel işleyenler, Cennet bahçelerindedirler. Rablerinin katında onlara diledikleri verilir. İşte büyük lütuf budur." (eş-Şûrâ, 42/22).
"Kim salih amel işlerse lehine, kim kötü amel işlerse aleyhinedir. " (Fussilet, 41/46). "Allah'a iman edip salih amel işleyenlerin günahları affedilir. " (et- Teğabun, 64/9).
"Allah, yeryüzüne salih kullarım vâris ve hakim olacaktır, diye hükmetmiştir. " (el-Enbiyâ, 21/105).

https://webbilgisayari.editboard.com

66==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:33 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂMENTÜ

İman ettim anlamında, iman esasları hakkında kullanılan tabir.
Âmentü kelimesi Arapça olup 'âmene" fiilinin nefs-i mütekellim vahdesi (di'li geçmiş zamanın 1. tekil şahsı)dır. Türkçe'de "inandım" demektir. Terim olarak ise, iman esaslarını ifade için kullanılır. Zira Arapça'da inanç esaslarını topluca bildiren cümleler "âmentü" kelimesiyle başlamaktadır ki şu cümlelerdir: "Âmentü billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusulihî ve'l-yevmi'l-âhiri ve bi'lkaderi hayrihî ve şerrihî mine'llâhi teâlâ". Bu cümlelerin Türkçe karşılığı şöyledir: "Ben, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın yaratmasıyla olduğuna inandım." İşte müslümanın âmentüsü yani inanç esasları bu cümlelerde formüle edilmiştir. Bu formül elbette ayet ve hadislere dayanmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "...Fakat birr (kişiyi Allah'a yaklaştıran her iyi şey), Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden (in bu imanı)dır..." (el-Bakara, 2/177). Bu ayette ve Nisâ suresinin şu ayetinde Cenâb-ı Allah iman esaslarından beşini bir arada zikretmektedir. "Ey iman edenler! Allah'a, O'nun peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a iman (da sebât) edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkâr ederek kâfir olursa, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır. " (en-Nisâ, 4/136) Cenâb-ı Allah bu ayette müminlere, Allah'a, O'nun peygamberi Hz. Muhammed'e, peygamberine indirdiği Kitab (Kur'an)'a, daha önceki peygamberlere indirdiği mukaddes kitaplara inanmalarını emretmekte ve Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr edenlerin doğru yoldan tam olarak sapıp kâfir olduklarını bildirmektedir.
Ömer (r.a.)'den sahih senetle rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.), iman esaslarını altı madde hâlinde bildirmiştir. Cibrîl hadîsi* diye meşhur olan bu hadise göre Cebrâîl (a.s.), Hz. Peygamber'in yanında ashabdan bir kısmının bulunduğu bir zamanda insan kılığında gelmiş ve Hz. Peygamber'in dizinin dibine oturarak İslâm, iman, ihsan ve kıyamet hakkında bilgi edinmek ve bunları ashaba öğretmek istemiştir. İmanla ilgili soruya Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bir de hayrı ve şerri ile kadere inanmandır." Cebrâîl de "doğru söyledin" diye tasdik etmiştir. (Buhârî, İmân, 37; Müslim, İmân, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, İmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 51...) Hz. Peygamberin bu ve benzeri hadislerinde, iman esaslarını altı madde halinde bildirmesiyle, iman esasları Âmentü dediğimiz cümlelerde altı madde halinde ifade edilmiştir. Ehl-i Sünnet mensuplarınca ondört asırdır bu maddeler iman esasları olarak kabul edilmiş ve bu hususta icmâ-ı ümmet* tahakkuk etmiştir.
Her ne kadar iman esaslarını bildiren ayetlerde (el-Bakara, 2/177; 285; en-Nisâ, 4/136..) kadere imân zikredilmemişse de kadere ve kazaya imân, Allah Teâlâ'nın ilim, irâde, kudret ve tekvin sıfatlarına inanmanın gereğidir. Bu sıfatlara inanma zarureti olduğu gibi bu sıfatlara iman da kaza ve kadere inanmayı gerekli kılar. Kaza ve kadere inanmak demek, iyi kötü, hayır fer, acı tatil her şeyin Allah'ın bilmesi, dilemesi, takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır. Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de mevcut bir takım ayetler kadere inanmamızı istemektedir. Meselâ: "Şüphesiz biz, her şeyi bir takdir ile (kaderle, bir ölçüye göre) yarattık" (el-Kamer, 54/49), "O (Allah), her şeyi yaratıp ona bir nizam vermiş "mahlûkâtın mukadderatını tayin etmiştir." (el-Furkan, 25/2). gibi ayetler bunlardandır. Kaza ve kadere imanla ilgili ayet ve hadisler birbirini teyid ederek kesinlik ifade eder.
Bir insanın mümin sayılabilmesi, önce Allah'ın varlığına ve birliğine inanmasıyla gerçekleşir. Kısaca "La ilâhe illallah * Muhammedün Resulullah" kelime-i tevhid*ini (birleme cümlesini) diliyle söyleyip kalbiyle buna inanan İslâm'a ilk adımını atmış olur. Ancak hemen belirtelim ki bu cümle ile bütün iman esasları özlü ve toplu bir şekilde ifade edilmiş olur. Allah'ı yegane ilâh tanıyan ve Hz. Muhammed'i O'nun elçisi (peygamberi) kabul eden kişi, Hz. Muhammed'in Allah tarafından getirdiği hükümlerin ve esasların tamamını toptan kabullenmiş ve benimsemiş demektir. Zaten İslâmî bir terim olarak iman şöyle târif edilmektedir: "Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen İslâmî esasların, hükümlerin ve haberlerin doğru ve gerçek olduğuna gönülden, tereddütsüz inanmak ve bunların yeryüzünde uygulanmasından yana olmaktır." Bu inanca sahip kişiye de mümin denir. Bütün bunlara iman edip uygulanmasını istemeyenlerin imanı yok hükmündedir.
Demek ki mümin sayılabilmek için sadece Allah'a inanmak yetmiyor. Allah'a inanmakla beraber Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna ilâhi emir ve yasakların insanlar arasında uygulanmasının lüzumuna inanmak gerekiyor. Yine, âmentü esasları dediğimiz imanın şartlarına yani Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak icab ediyor. Hatta bunlar da yeterli olmayıp; bunlarla beraber Kur'an ve mütevâtir hadislerle bildirilen ve halkın, derin bir tefekkür ve muhâkemeye ihtiyaç duymadan bilebileceği dînî hükümlere de inanmak ve uygulanmasını istemek zarûreti vardır. Meselâ, beş vakit namazın farz olduğuna, rekatlarının belli sayıda olduğuna, Ramazan orucunun, zekâtın, gücü yetene hac etmenin farz olduğuna; haksız yere insan öldürmenin, şarap içmenin, ana-babaya asî olmanın, hırsızlık ve zina etmenin faiz ve yetim malı yemenin, vb. haram olduğuna inanmak şarttır...
İman bir bütün olup bölünme kabul etmediğinden, mümin sayılabilmek için bütün bu saydıklarımıza topluca ve herbirine ayrı ayrı inanma ve yeryüzünde bu hükümlerle hükmetmenin gereğini kabul etme mecburiyeti vardır. Bu, inanılması zarûrî hususlardan birinin inkârı, tamamını inkâr sayılmaktadır ve kâfir olmaya sebeptir. Hiç kimseye, imân konuları arasında bazılarına inanmak ve bazılarını reddetmek hakkı tanınmamıştır. 'Biz bazılarına inanırız, bazılarına inanmayız' demek küfürdür. (el-Bakara, 2/85; en-Nisâ, 4/150-151).
Âmentü esaslarının mana ve mahiyeti hakkında özetle şunları söylememiz mümkündür: 1) Allah'a inanmanın manası şudur; Allah'ın var olduğuna; birliğine, eşi, dengi, benzeri olmadığına; yegane yaratıcı olduğuna; O'ndan başka bir ilâh bulunmadığına; Allah'ın Kur'ân'da bildirilen yüce sıfatlarına, her türlü kemâl sıfatlarla muttasıf her türlü eksikliklerden uzak olduğuna; oğlu, kızı bulunmadığına; hiçbir şeye muhtaç olmadığına... vb. inanmak, 2) Allah'ın gözle görülmeyen nurânî ve ruhânî yaratıkları olan meleklerin varlığına inanmak, 3) Allah'ın, insanlar arasından, kendisiyle kulları arasında elçilik yapan peygamberler seçtiğine ve bunlardan ismi Kur'an'da bildirilenlerin tek tek peygamberliğine inanmak, 4) Allah'ın, peygamberlerden bazılarına kitaplar indirdiğine, bunlardan özellikle Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen Kur'an'a ve Kur'an'da zikredildiği üzere Hz. Musâ'ya indirilen Tevrat'a, Hz. Dâvûd'a indirilen Zebur'a, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'e inanmak, 5) Ahiret gününe, kıyametin kopacağına, dünya hayatının son bulacağına, herkesin öleceğine ve tekrar diriltileceğine; hesaba, Sırata, Mizâna, Cennet'e, Cehennem'e... vb. inanmak, 6) Kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak gerekmektedir.
Mümin sayılabilmek için bunlara toptan inanma gereği olduğu gibi, her birine ayrı ayrı inanmak da zarurîdir. Bunlardan ve zarurât-ı dîniyye (kesin dini emir ve yasaklar)dan herbirine inanmak gerekir. Bunlardan birini inkâr, tamamını inkâr sayıldığından, küfürdür. Zira imanda bölünme olmaz.
"Kalbinde arpa (zerre) ağırlığınca iman olduğu hâlde "Lâ ilâhe illallah" diyen Cehennem ateşinden çıkar (Cennet'e girer)" (Buhârî, Tevhîd, 19; Müslim, İmân, 316, 325, 326; Nesâî, İmân, 18; Tirmizî, Birr, 61) hadisinin anlamı şudur: Cidden az bir imana sahip kimse Cehennem'de ebedî kalmaz. Cezasını çektikten sonra Cehennem'den çıkarılır, Cennet'e sokulur. Burada "az bir imanı olan" demek, "inanılması gerekenlerden bazılarına inanan, bazılarına inanmayan" demek değildir. İman bir bütün olduğundan, bu küfürdür. Müminler, iman esaslarına inanma açısından eşittirler. Ancak, imanlarının kuvvetli ve zayıf oluşları açısından farklıdırlar. Bir de İslâm'ın emirlerinin yerine getirilmesi açısından farklıdırlar. "Kalbinde en küçük iman bulunan"dan maksat, zayıf bir imana sahip olup amellerde kusur eden demektir. Helâl saymaksızın bazı haramları işleyen, farzları terk edenler cezalarını çektikten sonra Cennet'e gireceklerdir. (el-Aynî, Umdetu'l-Kârî, Beyrut, (t.y), I, 168, 172, 173).
Şunu da belirtmek gerekir ki; bu ve benzeri hadislere bakıp da gayr-i müslimlerin (Ehl-i Kitâb'ın) Cennet'e gireceğini sanmak imkânsızdır. Çünkü -Allah Kur'an-ı Kerîm'de onların kâfir olduğunu açıkça bildirmiştir. (el-Mâide, 5/17, 72-73; Nisâ, 4/151-152). Cennet'i hak etmenin ilk şartı imandır. İman da, önce Allah'a Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmak ve bütün Kur'anî hükümlerin hiçbirin ihmâl etmeden, eksiksiz olarak toplumda uygulanmasını istemekle gerçekleşir.
__________________

https://webbilgisayari.editboard.com

67==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:34 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂMİL

Bir işi meydana getiren, bir eserin ortaya çıkmasına katkıda bulunan çalışan, amel yapan, görevli ve bir kimsenin mal, mülk gibi hususlarıyla ilgili bütün işlerini üzerine alan, memur ve tahsildar gibi kimselere verilen isim
Kur'an-ı Kerîm ahlâki anlamda âmili; iyilik yapanlar ve kötülük yapanlar olarak iki kısımda ele alır.
İyilik amilleri. Allah'ın rızasını kazanmak için çalışanlar, kötülüklerden sakınanlar, bollukta ve darlıkta kazandıklarını Allah yolunda harcayanlar; kızdıkları zaman öfkelerine hakim olanlar, başkalarının kusurlarım bağışlayanlar; bir kusur işledikleri zaman, yani nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarak istiğfar edenler, isledikleri kusurlarda bile bile ısrar etmeyenlerdir. Onlar için en güzel ecir ve mükâfaat vardır.
"Ve onlar, bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'dan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, Rab'leri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları Cennetlerdir. Amellerin ecri ne güzeldir." (Âli İmrân 3/135-136)
"...Ben, içinizden, erkek kadın hiçbir âmilin işlediğini boşa çıkarmam" (Âli İmrân 3/195).
Kötülük âmilleri hayırdan ve hidayetten uzak yaşayıp Hakk'a karşı gelen ve hidayet rehberini arkalarına atanlardır. Resulullah bir hidayet âmili iken ona karşı gelen Mekkeli müşrikler şer âmilidirler. Bugün onların izini takip ederek cahili düzenler kuran ve insanları zulümle buna itaate zorlayan insanlar da şer âmilleridirler. Gönülden ve isteyerek tağuta itaat edenler de şer âmilleridirler. Elbette bunların mükâfatı hayır ve iyilik âmillerininkinin aksi olacaktır. Hak Teâlâ bunlara karşı meydan okumaktadır. Allah'ın meydan okuması kulları için ne büyük felâkettir. Ve şer âmilleri bu felâketi hak etmişlerdir.
"De ki: "Ey kavmim, gücünüz yettiğince âmil olun (yapacağınızı yapın) Ben de âmilim. (vazifesini yapan biriyim) Yakında (dünya) yurd(un)un sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler. " (el-En'âm, 6/135).
Zekat Âmilleri.
İslâm'da âmil malı ve idari bir terim olarak kullanılıp memur ve tahsildar anlamına gelir. Kur'an-ı Kerim'de zekâtların harcama yerleri belirtilirken ayette geçen vergi toplama memurlarına "âmil" denilmektedir. "Sadakalar (zekât) ancak (dilenmeyen)fakirlere, yoksullara, onu (zekâtı) toplamak için (devlet tarafından) görevlendirilen memurlara..." (et-Tevbe, 9/60). Bu ayetin ifadesinden anlaşıldığına göre, vergi işleriyle uğraşanlar İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren vardı ve devlet bu konu üzerinde durmakta idi. İslâm devletinin gelirlerini oluşturan, müslümanların ödediği zekât ile gayr-i müslimlerden alınan ganimet *, fey * cizye * ve haraç* gibi vergilerin tarhı, tahakkuku, tahsili ve hak sahiplerine dağıtılması geniş bir memur kitlesinin görevlendirilmesini gerektirmektedir. işte bütün bu görevleri yerine getiren memurlara İslâm hukuk literatüründe "âmil" denilmektedir. Ancak ilk dönemlerde bu görevin alanı değişik olabiliyordu. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.s.) Muâz b. Cebel'i (r.a.) Yemen'e gönderdiği zaman âmil ünvanı ile göndermişti fakat Muâz (r.a.)'ın yetkileri adlî, malî, idarî ve hukukî otorite alanlarını kapsıyordu. Gerek Resulullah döneminde ve gerekse daha sonraki dönemlerde âmillerin yetki ve görevleri değişik sahaları kapsamaktaydı. Âmil kavramı birbirinden çok farklı anlamlarda kullanılmıştır. Hatta vali, emîr ve âmil gibi tabirlerin birbirleri yerine kullanıldığı da görülmüştü.
Burada ele aldığımız âmil kavramı ile zekât toplama memurları kastedilmektedir. Bunlar topladıkları zekâtları devlet merkezine getirir veya miktarını bildirirlerdi. Devlet hazinesi olan "Beytu'l-Mâl*"da toplanan zekâtlar ayette belirtilen sekiz sınıf arasında paylaştırılır, Âmiller de bu sekizde bir'den paylarını alırlardı. Fakat her âmil topladığı zekât miktarının mutlaka sekizde birini alır diye bir hüküm söz konusu değildir. Devlet âmile emeği karşılığında belli miktarda bir gelir tahsis ederdi. Zekâtın devlet tarafından toplanması Kur'an'ın bir emridir (et-Tevbe, 9/103). Buna devletin bütün müslümanların zekâtlarını toplamak üzere görevlendirdiği bu âmiller, özellikle zahirî mallar dediğimiz meyve, hububât ve hayvanların zekâtlarını toplamakla görevlidirler. Bu tür malların zekâtlarının mutlaka devlet görevlisi olan bu âmillere verilmesi gereklidir. Gizli mallar dediğimiz altın, gümüş ve benzeri menkul değerlerin zekâtları ise sahipleri tarafından hak ve ihtiyaç sahiplerine verilebilir. Bu tür malların sahipler isterlerse bu zekâtlarını da âmillere teslim edebilirler. Fakat hububât, hayvanlar ve meyve gibi malların zekâtı ayrıca mal sahibi tarafından ihtiyaç sahiplerine verilmiş olsa da âmil bu zekâtı devlet adına yeniden alır. Bu uygulama ile zekâtta hakkı olan kimselerin bu hakları korunmuş olmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) âmillik görevini gerektiği gibi yerine getiren kimsenin Allah yolunda cihada çıkmış kimse kadar sevap kazandığını ifade buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, İmâre, 7; İbn Mâce, Zekât, 14).
Resulullah görevlendirdiği zekât toplama memurlarını görevden dönüşleri sırasında bizzat kendisi denetler ve hesaplarını kontrol ederdi. Ufak da olsa bir su-iistimal gördüğünde onları ashaba teşhir ederdi. Süleymoğulları kabîlesine âmil olarak gönderilen İbn Lutbiyye adındaki bir görevli vazifesini bitirip Medine'ye geri döndüğünde hesabını Resulullah'a verirken şöyle demişti: "Ey Allah'ın Resulü! Şu sizin zekât mallarınız, bunlar da bana verilen hediyelerdir." Bu sözleri işiten Peygamber (s.a.s.) hayretle şöyle demişti: "Tuhaf şey! sen doğru adamsan söyle bakalım, sen ananın babanın evinde otursaydın bu mallar sana hediye edilir miydi? Bunu bu deneyiverseydin." Sonra Resulullah âmillerin hediye almalarını kesinlikle yasaklamıştı. (Buhârî, el-Hiyel, 15).
İslâm hukuku her konuda olduğu gibi âmillerde de bulunması gereken özellikleri, bu görevleriyle ilgili olarak yapmaları gereken hususları belirlemiş ve onların tayin, azil ve teftişleriyle alâkalı hükümler koymuştur. Bu göreve tayin edilenler tefvizî yani tam yetkili ve tenfizî yani sınırlı yetkili olarak iki ayrı görevle görevlendirilir.
Bir zekât toplama memurunda bulunması gereken özellikler İslâm hukukçuları tarafından şu şekilde belirlenmiştir: 1-Müslüman olmak, 2-Mükellef yani âkil ve baliğ olmak. 3-Devletçe güvenilir olmak, 4-Tam yetkili âmil ise, zekât ile ilgili İslâm'ın hükümlerini bilmek. 5-Getirildiği bu göreve tam ehil birisi olmak, 6-Hür olmak .
Bunun dışında, âmiller göreve giderken ayrı yetkilere de sahip olabilmektedirler. Bunlar bazen tam yetkili olup zekâtın hem toplanması hem de hak ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılması yetkilerine sahip olurlar. Bazen âmil sadece zekâtı toplamakla yetkili olur. Âmillerin bir diğer yetkileri de zekâtını aldıkları malların ne kadar ürün verebileceğini tahmin etmektir. Bu da vergilerin toplanmasında esas alınır.
Bu âmillerin bir diğer görevleri de gittikleri yerlerde İslâm'ın öğretilmesi ve irşad işleri ile meşgul olmalarıydı. Bu âmillerin bir kısmı devlet merkezi Medine'nin dışında görevlendirilirdi. Bunların gönderdikleri mallar da merkeze geldiğinde, bu malları tasnif ve muhafaza etmek üzere Medine'de görevlendirilen âmiller vardı. Nakitlerin dışında kalan malların özellikle sürülerin korunması, otlatılması, hurma ve hububâtın muhafazasını yapan âmiller görev yapardı. Medine merkezindeki âmillerin başında Hz. Ebû Hureyre geliyordu. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, merkezin dışına giden âmiller yalnız zekât toplama işiyle değil öğretim, kazaî, malî vb. hususlarda da yetki ve görevleri vardı. Bu görev ve yetkiler bizzat devlet başkanı olan Hz. Peygamber tarafından belirlenirdi. Daha sonra gelen Halîfeler de aynı uygulamayı sürdürdüler. Bazen da Resulullah (s.a.s.) bu görevlilere merkezden yazılı genelgeler gönderir ve onlardan bazı hususları yerine getirmelerini isterdi.
Bu âmiller sebepsiz olarak kimseye asla sıkıntı veremez, zekâtını toplarken müslümanlara karşı haksız bir tavır takınamazlardı. Bunun yanında zekâtını kaçırmak isteyenleri de Resulullah'a bildirirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) hayatta olduğu müddet içinde Haşimoğullarından hiç kimseyi âmil olarak görevlendirmemiştir. Zira Ehl-i Beyt'in zekât ve sadakalardan yararlanması yasaktır. Âmillerde bu görevlerine karşılık kendi ihtiyaçları kadar bir maaş alırlardı. Bu ihtiyaçlar kişiye göre değişmekte idi. Fakat âmil kendisinin ve aile efradının geçimlerini sağlayacak ve bir hizmetçi tutacak kadar maaş alırdı. Ayrıca zengin de olsa yaptığı iş karşılığında ücret alma hakkına sahiptir.
Âmillik görevi zamanla değişik şekiller almış ve tarihin ilerlemesiyle birlikte gelişmeler katetmiştir. Bu görev dört halife devrinde ayrı bir statüye sahipken, Emevî ve Abbâsîler'de de kısmen farklı bir şekil almıştır. Daha sonraları Selçuklular, Memluklular ve Osmanlılar dönemlerinde bu görev değişik şekillerde sürdürülmüştür. (Geniş bilgi için bk. Uzunçarşılı, İ.H. -Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, TTK yayınları).

https://webbilgisayari.editboard.com

68==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:34 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂMİN
Öyle olsun, duamızı kabul et, çok doğru anlamında dualardan sonra söylenen söz. Özellikle namazda fâtihanın bitiminden sonra söylenmektedir. Arapça'da isim-fiil olarak kabul edilen kelimelerdendir. Kelimenin İbranice olduğu kânaatleri vardır. Zira aynı kelimeyi "amen" şeklinde kullanan Yahudi ve Hristiyanlar bunun Süryânîce "âmin" kelimesinden geldiğini ifade etmektedirler. Bu kelime namazda zikredilmekte ise de, Kur'an'dan olmadığı bilinmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ise, namaz'da Fatiha Suresi'nin okunması bittikten sonra "âmin" denmesini özellikle emretmiştir. Şöyle ki: "İmam, Fatiha'yı tamamlayıp âmin dedikten sonra siz de ."âmin" deyiniz. Kimin bu sırada "âmin" demesi meleklerin o anda "âmin" deyişi ile aynı ana rastlarsa geçmiş günahları affolunur. " (Müslim, K. Salat, 72; Ebû Dâvud, Salat, 167-168; Tirmizî, Mevâkîttü's-Salat, 116).
Bu hadislere göre namaz'da Fatiha'dan sonra "âmin" demek sünnettir. İmam-ı A'zam'a göre "âmin" gerek imam ve gerekse cemaat tarafından hafiyyen (sessizce); imam-ı Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre açık ve imamla birlikte söylenmesi sünnettir. (Sünen-i Ebû Dâvud Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1988, III, 470

https://webbilgisayari.editboard.com

69==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:34 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂMİNE BİNTİ VEHB
Hz.Peygamber'in annesi. Babası Vehb b. Abdimenaf, annesi de Berra binti Abduluzza'dır. Ne zaman doğduğu bilinmeyen Âmine'nin 577 yılında hayata gözlerini yumduğu tahmin edilmektedir.
Kureyş kabîlesi içinde ileri gelen bir kola mensup olan Âmine binti Vehb, güzel konuşan ve zekâsıyla tanınan bir kadındı. Hâşimoğulları reisi olan Abdulmuttalib, Âmine'yi oğlu Abdullah'a istedi ve onunla evlendirildi. Âmine ile Abdullah'ın bu güzel evliliğinden Hz. Muhammed (s.a.s.) dünyaya geldi. Abdullah, Âmine hamile iken Suriye'ye yaptığı bir seferi sırasında Yesrib (Medine)'te vefat etti. Böylelikle Hz. Peygamber dünyaya yetim olarak geldi. Âmine gebelik ve doğum sırasında hiç bir ağrı ve sızı çekmediğini anlatmıştır. Resulullah (s.a.s.), kendi doğumu hakkında şöyle buyurmuştur: "Ben atam İbrahim'in duası, İsa'nın müjdesi ve annemin gördüğü rüyayım. Annem rüyasında içinden çıkan bir aydınlığın Şam diyarı saraylarını aydınlattığını belirtmişti. Peygamber anneleri hep böyle rüyalar görürler. "(Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127, 128).
Âmine daha sonra, Hz. Peygamber altı yaşlarında iken, onu alıp dayılarının yanına Yesrib'e gitti ve eşi Abdullah'ın kabrini oğlu Muhammed (s.a.s.) ile birlikte ziyaret etti. Bu seyahatlerine, Abdullah'tan kalan tek miras, cariyeleri Ümmü Eymen de katıldı. Dayıları olan Neccâroğulları ile oğlunu tanıştırdıktan sonra Yesrib (Medine)'den ayrılan Âmine, Ebvâ denilen yere geldiğinde hastalanmış ve orada hayatını kaybetmişti. O sıralarda altı yaşında olan Resulullah, annesinin defninden sonra Ümmü Eymen ile birlikte Mekke'ye dönüp dedesi Abdulmuttalib'in yanında kalmıştı.
Bazı tarih kaynakları Âmine'nin bazı şiirler söylediğini naklederler. Âmine binti Vehb, İslâm tarihinde, Asiye binti Müzâhim, Meryem binti İmrân ve Hadîce binti Huveylid ile birlikte anılmaktadır.

https://webbilgisayari.editboard.com

70==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:34 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂMİR
Âmir. Emreden, buyuran, memurun üstü, makam sahibi kimse.
Fıkıhta hac bahsinde kendisi hacca gidemeyip yerine başkasını gönderen kimseye ve vekâlet bahsinde yerine vekil tayin eden kimseye denir.
Âmir, mâ'mur eden, imar edilmiş yer.
Arazî ıstılahında külfetsizce ziraat yapılan araziye âmir denir. İşlenmemiş arazi karşılığında kullanılır. Âmir arazi iki kısma ayrılır:
1- Öşür ve haraç arazisi gibi sahibi olup ziraata elverişli olan yerler.
2- Ziraata elverişli olup sahibi olmayan yerler. Bu araziler, anveten fethedilen arazilerden olup beşte biri İslâm devletinin hazinesine ayrılan araziler olabileceği gibi İslâmî cihada katılan askerlerden çeşitli şekillerde Beytu'l Mal'a intikal etmiş araziler de olabilir. Ayrıca öşrî ve harâcî arazi olmasına rağmen sahiplerinin mirasçı bırakmadan vefat etmeleriyle devlete intikal eden arazîler de bu tür arazilere girer.

https://webbilgisayari.editboard.com

71==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:35 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ÂMM
Delâlet ettiği bütün ferdleri sınırsız olarak içine alan ve birçok şeyi ifade eden lâfız. Lâfız, bir cümle içerisinde birçok şey akla getiriyor ve onların hepsini ifade ediyorsa o kelime âmm'dır.
Bu tarif çerçevesinde âmm'da üç ayrı şart aranır:
1- Âmm'ın içine aldığı ferdler (maddi veya manevî olsun) ikiden fazla sayı olmalıdır. Bir'e veya ikiye delâlet eden bir söz âmm değil has'tır.
2- Lâfız sınırsız ve sayısız olacak. Yani lâfzın bütün ferdlerine değil sadece bir kısmına, yahut bazısına delâlet ederse yine âmm değildir.
3-Bütün fertleri içine alacak. Bazı ferdler lâfzın kapsamının dışında kalırsa böyle bir ifade âmm olmaz.
Âmm, "mutlak" ile karıştırılmamalıdır. Zira ikisi arasında fark vardır. Mutlak, tek şeyin mahiyetini ifade eder, aynı türden başka şeyleri ifade etmez. Âmm ise mahiyetin ötesinde sayıya delâlet eder. Dolayısıyla lâfız sayıyı ifade ediyorsa o lâfız âmm; mahiyeti ifade ediyorsa mutlaktır. Yani mutlak, tek şeyin içerisindeki bütün cüzleri ifade eden lâfızdır. "İnsan akıllıdır", "insan yenmez" cümlelerindeki birinci insan kelimesi âmm'dır. Çünkü ne kadar insan varsa onların hepsinin akıllı olduğunu ifade etmekte dolayısıyla manaya "sayı" girmektedir. Ama ikinci cümledeki insan kelimesi sayıyı ifade etmez. Sadece insanın vücudunda ne kadar cüz' varsa onların hepsinin yenmeyeceğini, dolayısıyla mahiyeti ifade etmektedir. Onun için de ikinci insan kelimesi mutlak lâfızdır.
Âmm'ın hükmü, lâfzının içine giren, anlamına uygun gelen bütün ferdleri kesin olarak kapsamasıdır. Hanefilere göre bazı şartlarla âmm'ın, ifade ettiği manaya delâleti kat'idir. Ondan zannî bir mana çıkmaz. Diğer mezhepler ise âmm lâfzın, manaya delâletinin zannî olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü âmm lâfzın tahsise ihtimali vardır. İhtimalli bir lâfzın manaya delâleti zannî olur (el-Hâdimî, Mecâmiu'l-Hakayık, İstanbul 1308, 4; Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi, terc. Abdülkâdir Şener, Ankara 1973, 159)
Âmm lâfızların bazıları, umûmî ifadesinin sınırlandırılmasına müsaittir. Âmm'ın böyle sınırlandırılmasına "tahsis"; tahsis edilmiş lâfza da "hâss" denir. Neticede tahsis eden lâfız "muhassıs", tahsis edilen âmm lâfız da "muhassas" adını alır.
Diğer bazı âmm lâfızlar da tahsise müsait değildir. Meselâ "Allah herşeyi bilir", "Anneleriniz size haram kılındı" lâfizları böyledir. Ama "...iki kız kardeşi (bir nikâhta) cem etmek... size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) ayetinin umum lâfzı, "Resulullah (s.a.s.) kadının, halası veya teyzesi üzerine nikâhlanmasını yasakladı" (Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 39) hadisince tahsis olunmuştur. Burada ayet, muhassas; hadis ise muhassıstır .

https://webbilgisayari.editboard.com

72==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:35 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

AMME HUKÛKU

Bir devletin hukukî yapısını, bu hukukun işleyişini, özel ve tüzel şahsiyetler ve yabancı devletlerle karşılıklı ilişkilerini düzenleyen hukuk dalı.
"Amme" kelimesi, "âmm, umum"dan türetilmiş olup kapsama ve kuşatma (şümul ve ihate) anlamınadır. Her çokluğa, fertleri sayılamayacak oranda çok olan halk topluluğuna ıtlak olunur. "Âmm" kelimesinin ifade ettiği çokluk, "âmme" kelimesinin delâlet ettiği şeyde mübâlağalı bir şekilde söz konusu olmaktadır ki, özetle büyük-küçük, erkek-dişi, zengin-fakir, vb. her yerde şümulü anlatır. Bu bakımından âmme velâyeti, âmme hukuku (kamu hukuku), âmme riyaseti, âmme idaresi (kamu yönetimi), âmme müesseseleri, (kamu kurumları) âmme kudreti (kamu otoritesi), âmme hizmeti (kamu hizmeti) terimlerinde bu genel ve üyesinin sayısız çokluğu anlamı vardır. Nitekim devlet kurumunun nüfus, ülke, hâkimiyet unsurlarından birincisi olan nüfus miktarının çokluğunu "Âmme" kelimesiyle anlatmak söz konusudur.
Aslında "Âmme" kelimesiyle anlatılmak istenen devlettir. Çünkü devlet son tahlilde "fertlerden" oluşturulmaktadır. Yani devlet, varlığını fertlerin oluşturdukları toplulukta bulmakta, dolayısıyla devlet bu topluluğa mal edilerek devletle topluluk aynı şeyler telakkî olunmaktadır. Devlete atfedilen gerçeğin aslında devleti meydana getiren kamuya raci bulunduğu söylenebilir. Âmme hukuku denildiğinde, doğrudan doğruya fertlerden oluşan kamuya şâmil, onunla ilgili bir hukuk dalı sözkonusu olmaktadır. Başka söylenişle bu hukuk dalının, kamuya aidiyetini belirtmek için "Âmme" kelimesiyle tanımlanmaktadır. Ancak buradaki kamu, kendi hukukî anlamını devletle bulduğuna göre, devlete has hukuk şeklinde tanımlanan yaygın ve doğru kabul edilmiştir .
Demek oluyor ki, bir toplumu meydana getiren fertlerin müştereken sahip bulundukları kuvvetten, yetkiden, o fertler ile onları yöneten ve koruyan üstün ya da kamu otoriteleri (devlet) arasında riayet olunması gereken ilişkiler akla gelir. Bu bakımdan fertler veya şahıslar ile devlet arasındaki ilişkileri gösteren, şahısların devlete karşı sahip bulundukları hak ve yetkileri, ayrıca yapmakla yükümlü bulundukları ödevleri tayin eden ve düzenleyen dolayısıyla hukuk biliminin bir dalını meydana getiren usûl ve kuralların bütünü, âmme hukuku kapsamında düşünülebilir.
Tarihi Gelişim: Âmme hukukunun genel hukuk içindeki yerinin belirlenmesi konusu tartışılmıştır. Bir anlayışa göre ilk defa Roma hukukçuları tarafından tespit edilen ve Roma hukuk külliyeti (corus iuris) içinde yer alan tasnifte, ilki, kamu menfaatiyle ilgili "devlete ait hukuk" veya "devlet hukuku" şeklinde nitelendirilmesi mümkün "âmme hukuku" (ius publicum); ikincisi özel menfaatle ilgili "özel hukuk" (ius privatum)tur.
Fakat bu tasnifin hakikate, özellikle de hukukun mahiyetine uygun olmadığı ileri sürülmüştür. Çünkü kamu menfaatiyle özel hukukun sınırlarının kesin ve açık bir şekilde tespiti mümkün olamayacağı gibi, tasnifin dayandığı esas (menfaat) da hukukun mahiyetini tam anlamıyla ifadeden uzaktır. Kaldı ki hukukta gaye, menfaati korumak ve güvence altına almak olmakla birlikte, asıl gaye hakkın, daha doğrusu adaletin gerçekleştirilmesidir. Ayrıca uygulamada kamu özel menfaat ayrımının yapılması daima mümkün değildir. Gerçekte sözgelimi âmme hukukunun merkezi olan devlet fertlerin özel menfaatlerine hizmet ettiği gibi mülkiyet ve evlenme gibi özel hukuk müesseseleri de kamu menfaatiyle yakından ilgilidirler. Öte yandan bu tasnifin bilimsel olduğu da ileri sürülemez. Sözgelimi ferdin hayatını koruyan kanunlar (meselâ temel hak ve özgürlükler kanununda bulunan düşünce özgürlüğü, inanç ve vicdan özgürlüğü, çalışma hakkı vb.) âmme hukuku kapsamındadırlar. Kaldı ki, Roma hukukundaki bu tasnifin aksine Germen hukukunda böyle bir ayrım kabul edilmektedir.
İslâm hukuku (fıkıh) böyle bir ayrımı kabul etmemektedir. Çünkü İslâm hukukunun, kaynağı, mahiyeti, usûlü ve dayandığı kavramların kendine has oluşu sebebi yanında; İslâm dininin esasları da bu türden bir ayrıma cevaz verir nitelikte değildir. Ancak bu durum İslâm hukuk teorisi içinde âmme hukukunun bulunmadığı ya da ihmal edildiği anlamına alınmamalıdır. Aksine İslâm hukukunun özel hukuk alanında olduğu gibi âmme hukuku alanında da önemli kural ve ilkelerinin bulunduğunu ve şimdiye kadar yapılan incelemelerin bu konuda yeterli bilgileri ortaya koyduğu söylenmelidir. Ne var ki, İslâm hukukunun gerek kaynaklarının düzenlenmesi, gerek kavramlarının farklılığı, bu kural ve ilkeleri anlamada özel bir çalışmayı gerektirmektedir. Gerçekte İslâm âmme hukukunun devlet, anayasa, idare, ceza hukuku; hukuk felsefe ve sosyolojisi alanında oluşturulan bilgilerini, bu hukukun kaynaklarında toplu bir şekilde bulmak mümkün olmayabilir. Sözgelimi âmme hukukunun çeşitli konuları fıkıh eserlerinin kazâ, imâre, siyer, hudûd, fey kısımlarında ele alındığı gibi; es-siyâsetü '-şer'iyye, el-ahkâmü's sultâniyye, el-emvâl adı altında yazılmış bağımsız eserlerde, bazen de tarih ve kelâm kitaplarında incelenmiştir. Keza Devletler Umumi Hukuku dalı fıkıh eserlerinin siyer, cihat, meğâzi, nikâh, talâk vb. bölümlerinde ele alınmıştır.
Demek oluyor ki, âmme hukukunun genel hukuk teorisi içindeki yerini belirlemek Romalılar'ın yaptığı tarife göre yeterli olmadığı gibi, bütün hukuk sistemleri bakımından da ayrı görünüşü vermesi düşünülmemelidir. Kaldı ki, kıta Avrupası hukukunda da Romalılar'ın tasnifi önceki yüzyıllardaki önemini ve geçerliliğini pek korur durumda değildir.
Âmme hukukunun genel hukuk teorisi içinde yerinin Batı hukuk sisteminde şu şekilde tespit edildiği bilinmektedir:
1-Anayasa hukuku
2-İdare hukuku
3-Ceza hukuku (Bu da kendi içerisinde a) Genel ceza hukuku, b) Özel ceza hukuku, c) Askerî ceza hukuku, d) Milletlerarası ceza hukuku bölümlerine ayrılır).
4-Muhakeme (veya usûl) hukukları. (Bu da: a) Medenî-muhakeme hukuku, b) Ceza muhakeme hukuku, c) İdarî yargı olmak üzere üç kısımdır.)
5-Umumi âmme hukuku (devlet hukuku)
6-Devletler umumi hukuku
7-İş hukuku
8-Malî hukuk
İslâm hukukunda ise genel olarak üçlü bir tasnif mevcuttur:
1) İbâdad 2) Muâmelât 3) Ukûbât.
Fakat bu tasnif bazen şu şekilde de yapılmaktadır:
1) İbâdât
2) Ahvâl-i şahsiyye (şahıs ve aile hukuku)
3) Muâmelât (kısmen medeni ve borçlar hukuku)
4) Ahkâm-ı Sultâniyye (velayet-i amme): Anayasa, idare, kısmen ceza hukuku,
5) Ukûbât (ceza hukuku)
6) Siyer (devletler umumi ve kısmen devletler hususi hukuku)
7) Âdâb (ahlâk ve muâşeret).
Âmme hukukunun mahiyetine gelince: Amme hukuku, devlete uygulanan hukuk kurallarının bütünü, kısacası devlet hukuku olarak tanımlanabilir. Yani bu hukukun konusu bizzat devlet, devlet teşkilâtı ve organları, hükûmet ve idare ile faaliyetleri, bunlarla fertler arasındaki ilişkilerdir.
Kısacası âmme hukuku, devlet ve devlet ile ilgili ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları ve müesseselerinin bütününü ihtiva eden bir hukuk dalıdır. Amme hukukunda hukuki ilişkinin taraflarından birisinin mutlaka devlet veya âmme hükmî şahıslarından birinin olması gerekmektedir. Genellikle bu ilişkilerde kamu menfaati hakim ve üstün mevkide bir eşitlik değil, devlet veya kamu hükmî şahısları lehine fertler aleyhine bir üstünlük kamu menfaatlerini önde tutma sözkonusudur.

https://webbilgisayari.editboard.com

73==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:35 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ANASIR-I ERBAA

Dört unsur. Unsurların çoğul haline anasır denmektedir. Çeşitli cisimlerin kendisinden meydana geldikleri asıl'a unsur adı verilir.
Anâsır-ı erbaa felsefî bir terimdir. Anâsır-ı erbaa, yaşanılan alemde var olan nesnelerin asılları olarak farzedilen ateş, su, hava ve topraktır. Bu terim, felsefe tarihi içerisinde çeşitli teorilerin kalkış noktası olmuştur. Bu terime ilk defa eski Yunan düşüncesinde rastlanır. Sicilyalı Empedokles'in ilk olarak bu fikri ortaya attığı söylenmektedir. Empedokles'e göre, sevgi ve nefret kâinattaki devamlı ve değişmez unsurdur. Heraleitos da kâinatta değişme ve hareket olduğunu; bu dört ana unsurdan biri olarak düşündüğü ateş'teki değişmeden ilham alarak öne sürmektedir.
Eski inanç ve felsefeler, insan ve kâinatın, toprak, su, hava ve ateş gibi dört temel maddeden hasıl olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu dört temel unsurdan; kuruluk, rutubet, sıcaklık ve soğukluğun da ortaya çıktığı söylenmiştir .
Bu görüş bazı İslâm filozoflarına da tesir etmiştir. Fârâbî'ye göre bu alem, göklerdeki feleklerin yardımı ile ilk dört unsurun varlığının illetidir. O, bu dört unsurun madde ile ilgileri bulunmayan saf suretler olduğunu belirtir ve devamlı hareket halinde bulunan fikirler olduğunu söyler. Bunun sonucu olarak faal aklın Ay'ın altında ve arzın üzerinde bulunan alemi idare etmekte olduğu sonucuna varır. Aynı şekilde on aklın doğrudan veya dolayısıyla Vacibü'l-Vücut'tan geldikleri için ilâhî mahiyette oldukları kabul edilir. Alemin kendisinden meydana geldiği anâsır-ı erbaa da, bu ilâhî iradeye tâbi olur. Çünkü bütün eşya ve akıllar, varlıklarını ve kudretlerini bir olan yaratıcıdan almışlardır. Sonuç olarak Fârâbî, bu âlemin ilâhî iradenin bir tecellisi olarak dört unsurun birbiriyle karışımı, bileşimi veya çözülmesinden meydana geldiğini söyler.
Ana çizgisi itibariyle vahdet-i vücudcu bir anlayış özelliği gösteren bu mesele, Batı tesirinde kalan felsefî bir kâinat açıklaması olarak göze çarpmaktadır. Dikkati çeken yönü, müslüman ilim adamlarının bu "faraziye" niteliğindeki görüşe dayanarak bazı açıklamalar yapmış olmasıdır.

https://webbilgisayari.editboard.com

74==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:35 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ANKEBUT SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yirmidokuzuncu suresi. Mekke'de nazil olmuştur. Altmışdokuz ayet, yediyüzseksenbeş kelime, dörtbinikiyüzonbir harften ibarettir. Fâsılası mim, nûn, râ harfleridir. Adını kırkbirinci ayetinde geçen "Ankebût" kelimesinden almıştır. Ankebût, örümcek demektir. Ayetin bütünü içinde şu şekilde kullanılmıştır:
"Allah'tan başka veliler (Dostlar, yönetici ve liderler) edin(ip onlara bağlan)anlar (kendisine) bir ev edinen örümceğe benzerler. Evlerin en çürüğü örümcek evidir. Keşke bilselerdi. " (29/41).
Burada kâfirlerin kurdukları düzen ve sistemler, sürdürdükleri yönetimler son derece zayıf ve her an yıkılmağa ve çökmeye hazır olduğundan en zayıf bir yapı olan örümcek ağına benzetiliyor. Örümcek ağı bir ev ve barınak olarak ne kadar çürük ise, kâfirlerin tapındığı putlar, tutundukları tâğût ve düzenler o kadar aciz ve o kadar zayıftır.
Ankebût suresi Mekki surelerdendir. Bazı rivayetlere göre baş tarafındaki onbir ayet Medine'de nazil olmuştur. Zira bu kısımda cihad'dan ve münâfıklardan söz edilmektedir. Ancak sekizinci ayetin Sa'd ibn Ebi Vakkâs hakkında nazil olduğu bilindiğinden bu surenin Mekke'de hicret günlerine yakın bir zamanda indiği görüşü kuvvet kazanmaktadır. Böylelikle surenin bütünü için Mekki demek daha uygundur. Surenin başındaki cihat ile ilgili kısımlar bilinen "kıtal" anlamında değil, müşriklerin işkence ve zulümlerine karşı sabredip insanın nefsiyle cihat etmesi anlamında kullanılmıştır .
Surenin sebeb-i nüzûlü hakkında üç rivayet zikrediliyor:
1-Ammâr b. Yâsir, Ayyâş b. Ebi Rebîa, Velid b. Velid ve Seleme b. Hişâm Mekke'de işkence çekiyorlardı. Ammâr'ın annesi, Ebu Cehil tarafından feci bir şekilde dövülmüş, sıcak günde demir zırh giydirilerek güneşin altında eziyet edilmişti. Sure bu eziyetlere sabredilmesi gerektiği hakkında nazil olmuştur.
2-Mekke'de birtakım insanlar İslâm'a girmişlerdi. Hicret ayeti nazil olunca ashab-ı kirâm Medine'den bunlara "Hicret etmedikçe ikrarınız kabul olunmayacak, derhal Medine'ye geliniz" diye haber göndermişlerdi. Bunlar derhal Medine'ye doğru yola çıktılar. Müşrikler bunları takib ederek geri çevirdiler.
Bu sefer de Medine'den onlara "hakkınızda şöyle şöyle ayetler nazil oldu" diye haber gönderdiler. Bunlar da tekrar yola çıktılar. Müşrikler yine onları takib ettiler. Aralarında çarpışma çıktı. Müslümanların kimi şehît oldu, kimi kurtuldu. Bu olay ile ilgili hükümler nazil olmuştur.
3- Bedir savaşında ilk şehit olan Mihca' b. Abdullah hakkında nazil olduğu da rivayet edilir.
Sure baştan sona bir tek çizgi üzerinde toplanmaktadır. Önce iman ve imtihandan söz etmekte, kaynağının ruhlarda olduğu açıklanan gerçek iman mükellefiyetlerine değinmektedir. Buna göre iman dille söylenip geçilen bir söz değil, zorluklara ve sıkıntılara karşı dayanmak ve sıkıntılarla yüklü bulunan ilâhî emirleri sabırla taşımaktır. Bu surenin temel ekseni budur.
Bir gün Resulullah (s.a.s.) "Gerçekten Aziz ve Celîl olan Allah bana dünya hazinelerini ve arzulara uymayı emretmedi. Ben ne altın ne de gümüş biriktirmedim. Yarın için bir rızık ayırmadım." buyurdu. Bir topluluk Resulullah'a gelip: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana inanırız. Fakat biz sayıca çok azız. Bedeviler daha çoktur. Bizim sayımız onların sayılarına eriştiği vakit biz de inanır ve bol rızka kavuşuruz." dediklerinde bu surenin altmışyedinci ayeti indi: "Çevrelerinde insanlar kaçırılıp zulmedilirken, Biz'im Mekke'yi mukaddes ve emin bir belde yaptığımızı onlar görmüyorlar mı? Yoksa batıla inanıp da Allah'ın nimetine küfür mü ediyorlar?" (29/67)
Ankebût suresinde Cenâb-ı Hakk'ın emrettiği düsturları şöylece sıralayabiliriz:
Allah'dan başkasına ibadet edenlerin amellerinin örümcek ağı kadar dayanıksızlığı ve amellerinin boşuna olduğu,
Mü'minlerin kâfir toplum ve yönetimlerin hükmü altında yaşarken sıkıntıya uğramalarının kaçınılmaz olduğu, ancak Allah'ın ahirette bunları mükâfatlandıracağı.
Sure, Allah'a iman ile bu yolda çekilen sıkıntılar mihveri etrafında dönüyor. Sure hemen: "İnsanlar, "inandık" demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" diye başlıyor. Bu hususta dayanmanın lüzumuna işaret ediyor. Eğer insanların işkencesi mazeret gösterilecek olursa, Allah'ın azabının daha şiddetli olduğu belirtiliyor.
Allah Resullerinin, Allah'ın rızasını elde etmek için çalışmaları sırasında başlarına gelen sıkıntılara katlandıkları ve hayırlı neticeler elde ettikleri, buna karşılık onları yalanlayan ve inananlara işkence eden zâlimlerin helâk olduğu, ifade ediliyor.
Cenâb-ı Allah, kendisine iman edenleri teselli etmek için, insanlık tarihinden misaller veriyor. ilk önce Hz. Nuh'u örnek gösterip onun Allah yolunda 950 yıl mücadele ettiği ve bu kadar çabasına rağmen ancak pek az sayıda insanı yola getirebildiği ifade ediliyor. Daha sonra sırasıyla Hz. İbrahim, Hz. Lut ve Hz. Şuayb'i zikredip bunların hayatlarından, mücadelelerinden misaller veriyor. Salih ve müminlerin ahiret mükâfatını kazandığını; Âd, Semûd gibi kâfir ve zalim kavimlerin, Firavûn, Kârûn ve Hâmân gibi maddeperest ve düzenbaz kimselerin helâk olduklarını bildirip, müminleri, Allah yolundaki mücadelelerinde direnmeye davet ediyor.
Ayrıca Allah'ın diniyle çelişen isteklerde bulunmaları hâlinde, ana-babaya itaat edilmemesi gerektiği,
Kur'an-ı Kerîm'in Rabbimiz'in yüce mucizelerinden biri olduğu, İslâm'a düşmanlık eden kimselerin uğrayacakları kötü sonun hak olduğu; Müminlerin ise Allah'u Teâlâ tarafından sonsuz nimete kavuşacakları, dolayısıyla dünyada bedbin durmamaları gerektiği, Allah yolunda mücadele edenlerin emeklerinin kayıp olmayacağı,
Gerçekten dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu ve geçici bir hayat oluş gerçeği ile insanların varacakları ahiret hayatının devamlı ve müminlere ikram edilecek uhrevî nimetlerinin ebedî olduğu,
Allah'a iftira edenlerin elbette acıklı azaba uğramayı hak ettikleri düstûrlar hâlinde belirtilir.
Ayrıca Ankebût Hz. Peygamber'in Hicret'i sırasında Sevr Dağı'ndaki Hıra Mağarası'na Hz. Ebû Bekir ile birlikte sığındığında mağaranın kapısını anında ördüğünden dolayı da İslâm tarihinde ayrı bir kavram olarak geçmektedir. Mekkeli müşrikler Resulullah'ı öldürmek üzere Mekke'den çıkıp etrafı aradıklarında küçük bir kafilenin Hıra Mağarasına vardığını gördüler. Ve develerin izini takip ederek oraya ulaştılar. Fakat Mekkeliler Hıra Mağarası'na geldiklerinde mağara kapısının bir örümcek tarafından ağla örülmüş olduğunu ve bir çift güvercinin orada kurdukları bir yuvada yumurtladıklarını görmüşlerdi. Kureyşli müşrikler bu durumda mağarada kimsenin olabileceğine asla ihtimal vermeden geri döndüler. İşte Ankebût (örümcek) İslâm tarihine bu şekilde bir kavram olarak geçmiştir

https://webbilgisayari.editboard.com

75==>islami sözlük<== - Sayfa 3 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:35 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

ARAFÂT

Mekke'nin yirmi km. uzaklığında ve doğusunda bulunan bir dağ. Aynı adı taşıyan ova içinde yaklaşık yetmiş metre kadar yükseklikte bir tepe görünümündedir. Tepeye koyu yeşil taş yığınları hakimdir. Arafât'a "Cebelü'r-rahme" (Rahmet Dağı) da denir.
Hac-ibadetinin rükünlerinden biri olan Vakfe'nin* yapıldığı yer olmasından dolayı büyük bir önem taşımaktadır. Bu dağın, ismini nasıl aldığı hakkında çeşitli görüşler vardır:
Rivayetlere göre Hz. Âdem (a.s.) ile eşi Hz. Havva Cennet'ten çıkarıldıktan sonra yeryüzüne indirilmiş ve bir müddet ayrı kalıp nihayet Arafât Dağı'nda buluşmuşlardır. Buluşma anlamına gelen "Ta'arrefe" kelimesinden alınmış ve buraya Arafât denmiştir. Bu ismin ve rivayetin Hz Âdem (a.s.) zamanından beri nesilden nesile aktarılmış olduğu ifade edilmektedir. ismin nereden geldiğine dair diğer bir rivayet de hacıların Arafât dağındaki vakfeleri sırasında Allah'ın yüceliğini, kendilerinin ihtiyaç ve kulluklarını "i'tiraf" ettiklerinden dolayı buraya Arafât adının verildiği söylenmektedir. Bu konu ile ilgili diğer bir üçüncü görüş ise şöyledir: Hac ibadetinin önemli bir rüknü olan vakfeyi tamamlayanlar manevî bir kokuya ("Arf") büründükleri için bu anlamda bu dağa Arafât adı verilmiştir.
Cenâb-ı Hak bu dağın adım Kur'an-ı Kerim'de söyle zikretmiştir: "..Arafât'tan ayrılıp (seller gibi) akın edince Meş'ar-i Harâm'da* Allah'ı zikredin.. " (el-Bakara, 2/198).
Hac ibadetini yerine getirmek üzere orada bulunan müslümanlar Terviye'den (yani Zilhicce'nin sekizinci günü sabah namazını Mekke'de kıldıktan) sonra Mina'ya, sonra Arefe günü sabah namazını kıldıktan sonra Arafât'a çıkarlar. Haccın farzlarından biri olan vakfe Arefe günü zeval vaktinden başlar, nahir günü yani bayramın birinci günü sabah namazı vaktine kadar süren zaman içinde yapılır. Genellikle Arefe günü akşamı Arafât'tan ayrılma işlemleri başlar.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir hadîsine göre Arafât'ın her yeri vakfe yeridir. Buna göre vakfe için belli bir yer söz konusu değildir. Arafât dağında vakfe sırasında Allah'a dua etmek ve isteklerde bulunmak müstehabtır. Arefe günü Arafât'ta vakfe yapmanın önemi ve fazileti hakkında Resulullah şöyle buyururlar: "Cenâb-ı Hakk'ın, Arefe günü (vakfe sırasında) Cehennem'den azad ettiği kulların sayısı diğer günlerde azad edilenlerle kı yaslanmayacak kadar çoktur. Allah, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır. Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek 'bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar' der." (Müslim, Hacc, 1348). Ebû Katâde Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben Allah'dan umuyorum ki Arefe günü tutulan oruç, içinde bulunulan seneden önceki ve sonraki seneye keffâret olur. " (İbn Mâce, Siyam,40; Dârimî, Savm, 54; Ahmed b. Hanbel, V, 296-297). Bu hadis şöyle yorumlanır: Eğer küçük günahlar işlemişse yahut işleyecekse onlar afvedilir, eğer küçük günahı yoksa büyük günahları hafifletilir, büyük günahı da yoksa derecesi yükseltilir (et-Tâc, el-Câmi'u li'l-Usûl, II, 95). Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: "Ben şurada kurban kestim, Mina'nın her tarafı bir kurban yeridir. Konakladığınız yerde kurban kesiniz. Ben şurada vakfe yaptım. Arafât'ın her tarafı vakfe yeridir..." (Müslim, Hacc)

https://webbilgisayari.editboard.com

Sayfa başına dön  Mesaj [3 sayfadaki 8 sayfası]

Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8  Sonraki

Similar topics

-

» islami wallpaper

Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz