.: ılıl 'WeB Bilgisayarı TeaM © lılı :.
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
.: ılıl 'WeB Bilgisayarı TeaM © lılı :.

Bağlı değilsiniz. Bağlanın ya da kayıt olun

==>islami sözlük<==

Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8  Sonraki

Aşağa gitmek  Mesaj [7 sayfadaki 8 sayfası]

151==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:58 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEY' Bİ'L-İSTİĞLÂL

Bey', satmak ve satın almak; istiğlâl ise, gelirini istemek, kâr ve gelirini almak, sömürmek gibi anlamlara gelir. İstiğlâl yoluyle satış, bey bi'lvefâ*, yani vefâ yoluyle satış sonunda ortaya çıkabilir. Bu iki çeşit satış şekli de ödünç para bulabilmek için başvurulan yollardandır. Şöyle ki;
Paraya ihtiyacı olan bir kimse sermaye sahibine gidip "Bana yüz altın ver, buna karşılık sana falan dükkânımı borcumu ödeyinceye kadar geçici olarak satayım. Borcumu ödeyince dükkânı geri alırım. Bu arada dükkânın kira gelirinden yararlanabilirsin" der. Sermaye sahibi bu teklifi kabul edip parayı verince "bey' bi'l-vefa" akdi yapılmış olur. Burada dükkânı teslim alan sermayedar, onu bizzat kullanabilir, ya da kiraya verebilir. Çünkü bu, temelde rehin (ipotekli mal) niteliğindedir. (Ali Haydar, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, İstanbul 1912, I, 664-666; Mecelle; madde 397) Hanefilere göre rehin alan kimse, mal sahibinin izni olunca ondan yararlanabilir. İşte alacaklı böyle bir dükkânı mal sahibine kiraya verirse, bu muameleye "bey'bi'l-istiğlâl" adı verilir (Mecelle, madde, 119).
Osmanlılar devrinde faize düşmeden bu şekilde satım, hibe veya kira akdi gibi muamelelere borçlunun fazla bir meblağ ödemesi işlemlerine "muâmele-i şer'iyye"; fazla olarak alınan meblağa "ribh-i şer'î" denilmiştir. Bu muameleleri sermaye sahipleri yanında para vakıfları da uygulamıştır. Çünkü hanefilerden İmam Züfer, para, yiyecek, ölçü veya tartı ile alınıp satılan menkûl malların da vakfedilmesini caiz görmüştür. Hanefi ve Şâfiî mezhepleri genel olarak muamele-i şer'iyye'ye cevaz verirken, Mâlikî ve Hanbelîler bunu temelde reddederler. (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır (t.y.) II, 123, 124; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1969, 5, 47, 48). Bey'bi'l-İstiğlâl da Malikî ve Hanbeliler'in reddettiği satışlardan biridir.
İstiğlâl yoluyle satışta, mal sahibinin ipotekli mülkünü müşterinin bu yeri kabzetmesinden sonra kiralaması gerekir. Böylece, başlangıçta kiralama şartıyle satış ihtimali kalkmış olur. Bu durumda mal sahibinin kiracı sıfatiyle, kira süresince kira bedelini, süre bittikten sonra ise ecr-i misili* ödemesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü'l- Muhtar, Beyrut (t.y.) 4, 248).
İslâm hukukuna göre, mislî malların ödünç verilmesi âriyat* akdi kabul edilmiştir. Karzda verilenden fazlasını almanın faiz sayılması ödünç para temininde güçlükler meydana getirince, bu mûâmeleler uygulamaya girmiştir. Çünkü ödünç sırasında kararlaştırılan veya örfleşmiş bulunan menfaat faiz olur. (es-Serahsî, el-Mebsut, 14, 31, 35; İbn Âbidin, a.g.e., 4,179,182,195). Kimi zaman da borçlunun borcunu vadesinde ödememesi veya geciktirmesi mağduriyete sebep olur. Bu durumlar karz-ı hasenin işleyişi önündeki engellerdir.
İşte, sermaye sahibi verdiği ödünç parayı zamanında alabilmek için borçludan teminat isteme hakkına sahibtir. Rehin borç ödenmediği takdirde satılmış sayılması onun teminat yönünü güçlendirir. İpotekli malı kiracı sıfatıyla da olsa borçlunun kullanması, ona ödeme gücü kazandırır. Malı istiğlâl yoluyla elinde tutan mâlik kiracı, onu alacaklının izni olmadan başkasına satamaz. Borçlunun durumu da böyledir. Bu hak, tarafların mirasçılarına intikal eder. (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 6, 135, 138; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 2, 20). Borçlu, alacaklı ile kira sözleşmesi yapmakla, bu maldan onun yararlanmasına izin vermiş sayılır.
Sonuç olarak; başkasına borç para veren kimse menkûl veya gayri menkûl bir malı teminat olarak isteyebilir. Ayrıca, bu malı vefâ yoluyle satın alarak borç ödeninceye kadar mâlikine kiraya verebilir. Bu mal temelde rehin niteliğinde olduğu için, mal sahibinin izniyle alacaklarının bundan yararlanması mümkündür. Kira gelirini almak da yararlanma kapsamına girer. (Ali Efendi, Fetâvâ, İstanbul, 1311, I, 300-302)

https://webbilgisayari.editboard.com

152==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:58 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEY' Bİ'L-VEFA

Vefâ yoluyla satım akdi yapmak; bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak. Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir. Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi feshedebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir. Alıcı, vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu rehin hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür. Fakîhlerin çoğu, bey bi'l-vefâ şeklindeki satım akdini caiz görmüşlerdir. (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, VI, 126-127).
Bu muamele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir. Burada satıcı, ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi; alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır. Buna "Bey'u'l-Muâmele", Mısır'da "Bey'u'l-Emâne" adı da verilmektedir.
Milâdî XV. yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö. 823/1420) "bey' bi'l-vefâ" tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey'bi'l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir. Bu, gerçekte bir rehin muamelesi olup, alıcı mebîa mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz (Ali Efendi, Fetâvâ, I, 300)
Vefâ yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irade beyaniyle dilediği zaman akdi feshedebilir. Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz. Satıcı her an satış bedelini iade edip malı geri isteyebilir. Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir. Tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez. Satışa konu olan mal rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz. Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder. Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir.
Rehnedenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden rehin alanın yararlanması mümkün ve caizdir. Vefa yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür. Mecelle'yi şerheden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der:
"Mebi'in, yani vefâen satılan bir gayri menkulün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riayet olunur." Çünkü Mecelle'nin seksenüçüncü maddesinde:
"İmkan ölçüsünde, şer-i şerîfe uygun bulunan şarta uymak gerekir" hükmü yer alır. Meselâ, vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere karşılıklı rıza ile mukavele olunsa, bu mukaveleye göre amel edilmesi gerekir. Ancak, zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlak etse, tazmin etmesi gerekir. Çünkü alıcı vefâen satılan maldan meydana gelen mahsule mâlik olamaz. Ancak satıcının mübah ve helâl kılmasıyla istihlak etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez. Mahsul alıcının haddi aşması veya kusuru bulunmaksızın telef olsa tazmin gerekmez. Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür. (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I, 664-667).
Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler Ebû Hanife ve İmam Şafiî'ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla, caizdir.

https://webbilgisayari.editboard.com

153==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:58 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEYNE'L-HAVF VE'R-RECÂ

Korku ile ümit arasında bulunmak. Havf korku, recâ ise ümit demektir.
Kur'an-ı Kerîm ve Hadîs-i şeriflerde korku ve ümit arasında bulunmaya teşvik eden hükümler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Şüphesiz ki Allah bütün günahları affeder. Çünkü o çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir. " (ez-Zümer, 39/53).
"Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine dua ederler. " (es-Secde, 32/16).
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de şöyle buyurur:
"Müminler Allah'ın azap ve azabının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümit kesmezdi." (Müslim, Tevbe 23).
Bu ve benzeri ayet ve hadisler gözönünde bulundurularak denilmiştir ki;
"kul sıhhat halinde korkulu ve ümitli bulunmalı, havf ve recâsı birbirine eşit olmalı; hastalığı halinde de recâ (ümit) yönü kuvvetli olmalıdır." (Nevevî, Riyazü's-Salihîn Tercümesi, I, 479).
Havf (korku) gelecekle ilgilidir. Çünkü insan ya başına hoşlanmadığı bir şeyin gelmesinden, ya da arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar. Kulun Allah'tan korkması, Allah'ın kendisini dünya ve ahirette cezalandırmasından korkması şeklinde olur. (Kuşeyrî, Risale (çev. S. Uludağ) s. 263).
Recâ da "ileride meydana gelmesi umulan arzu edilen bir şeye kalbin duyduğu ilgidir."

https://webbilgisayari.editboard.com

154==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:58 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEYNÛNET

Ayrılık; iki şey arasındaki uzaklık, mesafe ve evliliğin sona ermesiyle, birbirinden ayrılan eşler arasında meydana gelen durum. Bu durum, küçük ve büyük ayrılık (beynûnet-i suğrâ ve beynûnet-i kübrâ) olmak üzere ikiye ayrılır:
Küçük ayrılık: Boşanan eşlerin, yeniden nikâhlanarak evlenebilmelerine imkân veren beynûnettir. Şu durumlarda küçük ayrılık meydana gelir.
1. Birinci veya ikinci boşama hakkını kullanarak hanımını boşayan erkek, iddet (boşamadan sonra beklenilmesi gereken süre) esnasında hanımına dönmezse;
2. Erkek, hanımını bir mal karşılığında boşamışsa (muhâlea);
3. Evliliğe, hâkim son vermişse;
4. Nikâhtan sonra, fakat zifâf ve halvet-i sahîhadan önce (nikâhlanan nişanlıların, kimsenin göremiyeceği ve ansızın gelemiyeceği bir yerde başbaşa kalmaları) yapılan boşama ile meydana gelen ayrılık.
Boşanan eşler arasında küçük ayrılık meydana gelebilmesi için, kadının üçüncü boşama hakkı (son boşama hakkı) ile boşanmış olmaması şarttır. Aralarında küçük ayrılık meydana gelen kadın ve erkek yeniden evlenmek isterlerse, bütün şartlarıyla yeni bir nikâh kıyılmak suretiyle evlenebilirler. Koca, önceki mehri ödemiş olsa da, yeniden mehir ödemek mecburiyetindedir.
Büyük ayrılık: Boşanan eşlerin yeniden nikâhlanarak evlenebilmelerine imkân tanımayan beynûnettir. Erkek hanımını üçüncü, yani son boşama hakkı ile boşarsa aralarında büyük ayrılık meydana gelir. Mülâane suretiyle (bk. Liân) ayrılan eşler arasında da bu durum meydana gelir.
Bu durumdaki eşler artık yeniden nikâhlanarak bir araya gelemezler. Ancak kadın, yeniden sahih bir evlilik yapar ve bu evliliği de tamamen normal bir şekilde sona ererse, birinci kocası ile yeniden evlenebilir. Buna şerî tahlîl denir ki, Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır: "Eğer koca, karısını ikinci talaktan (boşama) sonra bir kere daha (üçüncü boşama hakkıyla) boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça ve ondan da ayrılmadıkça ilk kocasına helâl olmaz. Bu ikinci koca onu boşarsa, Allah'rn emirlerini sağlam tutacaklarına ümitvar oldukları takdirde, evvelkilerin birbirine dönmelerinde bir günah yoktur. Bunlar, anlayan bir kavim için Allah'ın açıkladığı hükümlerdir. " (el-Bakara, 2/230).
Burada ikinci evliliğin, birinci koca ile evlenebilmek için hileli bir evlilik olmaması şarttır. Böyle hileli evlilikler haramdır ve kadına birinci kocasıyla evlenme hakkını doğurmaz. Meselâ, bu durumdaki bir kadının başkasıyla belirli bir süre için evlenmesi, cinsî iktidarı olmayan bir ihtiyar veya bir deli veya bir çocukla evlenmesi, evlendiği ikinci koca ile cinsî münasebette bulunmadan boşanması, şerî tahlil sayılmaz. Şerî tahlil olması için, ikinci evliliğin ve ayrılığın tamamen normal, hileli olmayan bir şekilde olması gerekir.
Öyleyse İslâm, ilk kocasından üç talakla boşanan bir kadının, ayrıldığı kocasıyla tekrar evlenebilmesi için yeni bir evlilik hayatı yaşamasını niçin şart koşmuştur?
İslâm'dan önceki Arap toplumunda erkek sınırsız bir boşama hakkına sahipti. Hanımına zulmetmek isteyen bir erkek, onu boşuyor, iddeti bitiyorken tekrar alıyor, sonra yine boşuyor, yine alıyordu. Boşama ve alma işlemleri, erkek isterse sınırsız bir şekilde devam edebiliyordu. Böylece kadın evlilikle boşanmışlık arasında muallakta kalıyor ve haksızlığa uğruyordu. İslâm, erkeğin boşama hakkını üçle sınırlayarak kadına bir güvence getirmiştir. İslâm, evliliği bu üç hakta devam ettiremeyenlere artık bu yolu kapamış; ancak kadın tamamen normal bir şekilde ikinci bir evlilik hayatı geçirir ve bu evlilik yine normal bir şekilde sona ererse, eğer kadın bu ikinci evlilik tecrübesinden sonra ilk kocası ile evlenmekte de bir hayır görüyorsa, onların tekrar evlenmelerine müsaade etmiştir. Bir bakıma bu izin, geçmişte (birinci evlilikte) işlenen bazı hataların telâfisi için bir imkân olabilir. Yoksa İslâm, evliliği bir oyun ve oyuncak haline getirmeye asla müsaade etmez. Üç boşamadan sonra evlenme yasağı, aynı zamanda erkeğin talak haklarını düşünceli ve sorumlu bir şekilde kullanmasını sağlayıcı ve ilk evliliği koruyucu bir tedbirdir.
Bu konuda halk arasında çok yanlış anlaşılan, "hulle"* kavramı vardır ki, bunun İslâm'la asla alâkası yoktur. Hulle, yukarıda anlatılan "şer'î tahlil"in yozlaştırılmış bir şekli olup; tamamen hileli ve dinen geçerli (sahih) olmayan bir şekilde, böyle bir kadının çok kısa süreli bir evlilik yaparak boşanması ve ilk koca ile evlenebilmesi için başvurulan bir hileden ibarettir. Yukarıda da belirtildiği gibi, İslâm'ın şer'î tahlîlden kasdettiği şey asla bu değildir.

https://webbilgisayari.editboard.com

155==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:59 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEYTÜ' L-HARAM

Mukaddes, korunulan ve sakınılan ev. Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu sahadaki mescidin adı. Buna haram denilmesi o sahaya saygı ve tazim göstermek vacip olduğu içindir. Kendisine karşı saygısızlık caiz olmadığı için Mekke'ye de Beled-i Haram denilmiştir.
Beytü'l-Haram ifadesi Kur'an-ı Kerîm'de iki defa zikredilir. Bunlardan birinde: "Ey iman edenler! Rablerinin lütuf ve rızasını arzu ederek Beytü'l-Haram'a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin. " (el-Mâide, 5/2) buyurularak, değil Beytü'l-Haram'a, oraya gelenlere bile saygısızlık edilmemesi emredilir. İkinci ayette "Allah Kâbe'yi, O Beytü'l-Haram'ı... insanlar için bir kıyam yeri kılmıştır." (el-Mâide, 5/97) buyurulur.
Beytu'l-Haram Allah'ın insanlar için bir hayat kaynağı kıldığı, İslâm'ın şiar ve prensiplerini haykıracakları ve özellikle hac mevsiminde bütün İslâm düşmanlarına karşı tavırlarını ortaya koyacakları bir mekân kılmıştır. Beytu'l-Haram müslümanların yılda bir kez toplanıp bütün problem ve dertlerini görüşecekleri mukaddes yerdir. (Daha geniş bilgi için bk. Kâbe).

https://webbilgisayari.editboard.com

156==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:59 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEYTÜ'L-MAKDİS

İslâm'da üç mukaddes mescitten biri olan Kudüs'teki mescid. Müslümanların ilk kıblesi. Buna Beytü'l-Mukaddes (mukaddes ev), Kudûs Camii ve Mescid-i Aksâ* da denir. Mescid-i Aksâ; en uzak mescid demektir. Mekke'ye bir aylık mesafede olduğu için bu isim verilmiştir.
Beytü'l-Makdis tabiri Kur'an-ı Kerîm'de geçmez, hadis-i şeriflerde zikredilir. Ama Mescid-i Aksâ ismi hem Kur'an-ı Kerîm'de ve hem de hadîs-i şeriflerde geçer. Kur'an-ı Kerîm'de İsrâ olayından bahsedilirken şöyle buyurulur: "Ona ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. " (el-İsrâ' 17/1).
Yeryüzünde yapılan ilk mabed Beytu'llah yani Kâbe'* dir. (Âli İmrân, 3/96). Sonra da Beytü'l-Makdis'dir. Ebû Zer el-Gıfârî* (r.a.) den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: Ebû Zer (r.a.) diyor ki, bir kere ben: "Ya Resulullah! yeryüzünde ibadet için ilk önce hangi mescid bina edildi?" diye sordum. Resulullah (s.a.s.): " Mescid-i Haram'dır" buyurdu. "-Sonra hangisi?" dedim. "Mescid-i Aksâ" buyurdu. "-Bu iki mescid arasında ne kadar zaman var?" dedim. Resulullah (s.a.s.): "Kırk sene" buyurdu." (Müslim, Mesacid, 1, 2).
Beytü'l-Makdis'in bânisi Süleyman (a.s.)dır. Nitekim Abdullah b. Ömer (r.a.) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: " Davud (a.s.)'un oğlu Süleyman (a.s.) Beytu'l-Makdis'in yapımını bitirdikten sonra Cenâb-ı Hak'tan üç dilekte bulunmuştur 1- Kendisinden sonra kimseye müyesser olmayacak bir mülk ve saltanat vermesini, 2-Allah'ın hükmüne uygun hükmetme kudreti vermesini, 3-Bu mescid e sadece namaz kılmak niyetiyle gelenlerin oradan analarından doğdukları gün gibi günahlarından temizlenmiş olarak çıkmalarını." Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hadîs-i şerifin devamında şöyle buyurmuştur: " Allah, ona (ilk) iki istediğini vermiştir. Üçüncüsünü de vermiş olmasını umarım. " (Tecrid-i Sarîh Tercemesi, IV, 167).
Bu hadîs-i şeriften Beytü'l-Makdis'in Süleyman (a:s.) tarafından bina edildiğini öğrendiğimiz gibi, oraya gidip namaz kılmanın faziletini de öğreniyoruz. Bu sebeple Beytü'l-Makdis, müslümanlarca mukaddes kabul edilmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Üç mescid dışında herhangi bir mescitte ibadet yapmak için yolculuk yapılmaz: Benim mescidim, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa. " (Buhârî, Mescidü Mekke 16, Sayd 26, Savm 67; Müslim, Hac 415, 515).
Burada bir hususun belirtilmesi gerekir. Mescid-i Haram'ın banisi Hz. İbrahim ile oğlu İsmail (a.s.) dır. Süleyman (a.s.) ile bu peygamberler arasındaki müddet, kırklarla ifade edilemiyecek kadar uzundur. Buna göre Beytü't-Makdis'in temelinin daha önceki peygamberlerden biri tarafından atılmış olması beyti daha sonra Süleyman (a.s.)'ın bu temel üzerine bina etmiş olması muhtemeldir. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 22).
Beytü'l-Makdis, Mûsâ (a.s.)'dan İsâ (a.s.) zamanına kadar peygamberlerin toplantı yeri ve mukaddes vahiy merkezi olmuştur. İsrâ suresinin ilk ayetinde belirtildiği gibi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de Mirac'a giderken oraya uğramıştır.
İslâmiyet'in ilk yıllarında kıble Beytü'l-Makdis idi. Resulullah (s.a.s.) Mekke döneminde namazlarını Beytü'l-Makdis'e doğru kılardı. Ancak namaza öyle dururdu ki Kâbe Beytü'l-Makdis'e ile kendi arasında kalırdı. Medîne'ye hicret ettikten sonra da onaltı ay Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmaya devam etmiş, nihayet " yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin. " (el-Bakara, 2/144) ayeti inince artık kıble Kâbe olmuştur. (Müslim, Mesâcid, 11).
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hadîs-i şeriflerinde Beytü'l-Makdis'de namaz kılmaya teşvik etmiş: "Beytü'l-Makdis'e gidin, orada namaz kılın. Çünkü orada kılınan bir namaz başka yerlerde kılınan bin namaz gibidir. " buyurmuştur. (İbn Mace, İkametü's-Salât, 196).

https://webbilgisayari.editboard.com

157==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:59 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEYTÜ'L-MA'MÛR

Ma'mûr, bayındır, bakımlı ev. Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir yerdir. Diğer bir adı da "Durâh"dır.
Beytü'l-Ma'mûr'dan Kur'an'ı Kerîm'de şöyle bahsedilir:
"Tür'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitâb'a, bayındır eve (beytü'l-ma'mûra), yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize andolsun ki, Rabbi'nin azabı hiç şüphesiz gelecektir" (et-Tür, 52/1-7).
Allahû Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'in bazı yerlerinde kasem ettiği gibi bu ayet-i kerîmede de Tûr Dağı'na, Kur'an-ı Kerîm'e ve Beytü'l-mâ'mûra yemin etmektedir. Buradaki yeminden maksad, bunların kıymetine işaret etmek ve değerlerini yükseltmektir.
Müfessirler bu ayet-i kerîmede sözü geçen Beytü'l-Ma'mûru genellikle, yedinci kat semada, Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir ev olarak tefsir etmişlerdir. Onu günde yetmiş bin melek namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret eder ve kıyamete kadar da bir daha geriye dönmezler. Beytü'l-Ma'mûr Kâbe'nin üst hizasındadır. (Muhtasar'u Tefsir-i İbn Kesîr, Nşr. M. Ali es-Sâbünî, Beyrut 1401, III, 388-389; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, VI, 4551; el-Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl fî Maâni't-Tenzîl, IV, 242; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, IV, 467; İsmail Hakkı Bursevî, Rühu'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'an, IV, 123).
Müfessirler Beytü'l-Ma'mûru Kâbe olarak da tefsir ederler (Muhammed et-Tefsîrî, Tefsîr-i Tibyan Tercemesi İstanbul 1307, IV,180; İ.H. Bursevî, IV,123; Yazır, VI, 4551; el-Beydâvî, IV, 467).
Bir yerin bakımlı ve ma'mûr oluşu, meskûn olması, ziyaretçilerinin çok olması ve güzel bakılması ile olur. Kâbe'nin ma'mûr oluşu ise her sene binlerce hacının ziyareti iledir. "Allah onu her sene altı yüz bin kişi ile ma'mûr kılar, eğer insanlar ondan eksik olursa melâike ile doldurur denilmiştir" (M. Hamdi Yazır, VI, 4551 ).
Mirac'la ilgili meşhûr hadiste Beytü'l-Mamur'dan da bahsedilir:
"Sonra bana Beytü'l-Ma'mûr gösterildi. Orayı her gün yetmiş bin melek ziyarete gidiyor. " (Buhârî, Bed'u'l-Halk, 6).
Müfessirler, Beytü'l-Ma'mûru, tasavvufî bir anlatımla "müminin kalbi" olarak da tefsir edip; bayındır ve bakımlı oluşunu marifet ve ihlâsla açıklarlar (el-Beydâvî, IV,123; Muhammed et-Tefsîrî, IV,180; Bursevî, IV,123; M. Hamdi Yazır, VI, 4551).
Tertip ve düzeni Fîrûzâbâdî'ye isnad edilen İbn Abbâs tefsirinde ise Beytü'l-Ma'mûru Âdem Aleyhisselâm'ın bina ettiği ve Tufân'dan sonra altıncı kat gökyüzüne çıkarıldığı belirtilir. (el-Firûzâbâdî, Tenvîru'l-Mikyâs Min Tefsîr-i İbn-i Abbâs, Mısır 1316, 329).

https://webbilgisayari.editboard.com

158==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:59 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEYTULLAH.

Allah evi, Kâbe. Beyt, Arapça'da ev demektir. Tertip olarak Beytullah, Allah'ın evi demek olup Kâbe* hakkında kullanılan bir tabirdir. Kur'an-ı Kerîm'de daha çok belirti harfiyle "el-beyt" şeklinde kullanılır ve bununla Beytullah, Kâbe kasdedilir. Ayrıca iki ayette el-Beytü'l-Haram* yani mukaddes ev (el-Mâide 5/2, 97), iki ayette de eski ev anlamında el-Beytü'l-Atîk, (el-Hac, 22/29, 33) şeklinde kullanılır. Kâbe ismi ise Kur'an-ı Kerîm'de sadece iki yerde (el-Mâide, 5/95, 97) zikredilir.
Aslında yer ve gök ile bunların arasında bulunan her şeyin, kısaca kâinatın gerçek sahibi Allah'tır. Bunlar içerisinde Kâbe'ye Beytullah (Allah'ın evi) denilmesi, onun sırf Allah'a ibadet için yapılmasından, orada sadece Allah'a ibadet edilmesinden dolayıdır. Böylece Allah onu kendine nisbet etmek suretiyle şerefini yüceltmiştir.
Kur'an-ı Kerîm'den öğrendiğimize göre yer yüzünde ilk yapılan mabed Beytullah'tır: "İnsanlar için yeryüzüne ilk konulan ibadet evi Mekke'de olan Kâbe'dir. " (Âli İmrân, 3/96).
Beytullah'ı Hz. İbrahim (a.s.) ile oğlu İsmail (a.s.) inşa edip o esnada Allah'a şöyle dua etmişlerdir: "Ey Rabbimiz bunu bizden kabul buyur. Şüphesiz ki daima işiten, hakkıyle bilen ancak sensin. Ey Rabbimiz! İkimizi müslüman olarak sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da yalnız sana boyun eğen bir ümmet meydana getir. Bize hac ibadetimizi göster, tövbelerimizi de kabul buyur. Şüphesiz ki tövbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan sensin sen. " (el-Bakara, 2/127-129).
Allah, Beytullah'ı yüce gayelerin gerçekleştirilmesi için toplantı ve güven yeri kılmıştır: "Biz Beytullah'ı insanlara toplantı ve güven yeri yaptık. " (el-Bakara, 2/125).
Allah, Beytullah'ın, tavaf edenler, ibadet yapanlar, rukû ve secde edenler için temiz tutulmasını emretmiştir. (bk. El-Bakara, 2/125).
__________________

https://webbilgisayari.editboard.com

159==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:59 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEYYİNE.

Delil, hüccet, bürhan.
Beyyine Kur'ân'da yirmi kez tekrarlanır ve genel olarak şu mânâlara gelir:
1- Kur'ân veya Hz. Muhammed:
"Böyle iken kitap verilenler ayrılmadılar da ancak kendilerine apaçık bir hüccet (beyyine) geldikten sonra (bozuk itikadlarından) ayrıldılar" (el-Beyyine, 98/1,4; el-En'âm, 6/I57; Muhammed, 47/14).
2- Delil, hüccet: "De ki şüphesiz bana Rabbim'den apaçık bir hüccet verilmiştir. " (el-En'âm 6/57, el-A'râf, 7/85; Hud, 11/17, 28, 88; Tâhâ, 20/133; Fâtır, 35/40).
3- Mucize: "Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik, dedi ki: Ey kavmim Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur. "Size Rabbınız'dan apaçık bir mucize gelmiştir. " (el-Arâf, 7/73,105; el-Enfal, 8/41-42; Hud, 11/53, 63).
4- Apaçık bir işâret, ibret: "Andolsun ki aklını kullanacak bir kavim için biz orada apaçık bir nişâne, bırakmışızdır. " (el-Ankebut, 29/35).
Hadislerde beyyine lâfızları daha çok "dâvâsını ispat için delil getirmek ve şahit" anlamlarında kullanılmıştır. Meselâ en-Nur sûresi altıncı âyet olan lian âyetinin sebeb-i nuzûlü olan hâdisede, Rasûlullah (s.a.s.), karısına zinâ isnâdında bulunan ancak ispat için dört şahit getiremeyen Hilâl b. Umeyye'ye: "Dört şâhidini (beyyine) hazırla yahut sırtına hadd (i kazif) vurulur. " buyurmuşlardır. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI, 140-141).
Nikâhta bulunması gereken şâhiter de hadîste beyyine olarak isimlendirilmiştir: (Beyyine (şahit)'siz nikâh olmaz. " (Tirmizî, Nikâh, 16).
Hadislerde beyyine delil, ispat mânâsına da kullanılmıştır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Eğer insanlar mücerret dâvâlarıyla (heyyinesiz, şahitsiz) hak kazanacak olurlarsa kavmin malları canları zâyi' olur. (Binâenaleyh müddeîden beyyine isteyiniz). Müddea aleyhe de (yemin tevcih ettiğinde) Allah adına (yalan yere) yemin etmenin fenalığını hatırlatın ve ona: Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir paraya değişenler yok mu, işte bunların Âhirette hiç nasibi yoktur. " (Âlu İmrân, 3/77) âyetini okuyunuz" (Tecrid-i Sârih Tercümesi, XI, s. 65-66)..

https://webbilgisayari.editboard.com

160==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:59 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEYYİNE SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerîm'in doksan sekizinci sûresi. Sekiz âyet, doksan dört kelime, üçyüz doksan dokuz harftir. Fasılası h'dir. Mekkî veya medenî olduğu hususu müfessirler arasında ihtilâflıdır. Cumhur-ı müfessirine göre Mekkî'dir. Buna karşılık İbn Zübeyr ile Atâ İbn Yesâr Medenî olduğunu söylemişlerdir. Bunun aksi de iddia edilmiş ve Cumhur'a göre Medenî olduğu belirtilmiştir. Ebû Salih, İbn Abbâs'dan Mekkî olduğunu rivayet etmiştir. İbn Kesîr (774/1372) ise şöyle bir hadîse dayanarak Medenî olduğunu kesin bir ifadeyle belirtmiştir:
Enes b. Mâlik'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.s.) Ubey b. Ka'be: Âllah, sana Beyyine sûresini okumamı emretti. "Übey: Cenâb-ı Allah benim adımı söyledi mi ya Rasûlallah?" diye sordu.
Rasûlullah: "Evet, söyledi" deyince, Übey b. Ka'b duygulanarak ağladı. (Müslim, Fadailüs-Sahabe, 23, 121, Hadis no: 2465).
Beyyine sûresi, Kur'ân-ı Kerîm sûrelerinden evsat-ı mufassal sûreler arasında yer alır (bk. sûre). Bu sûreye "Munafıkun" ve "Beriyye" adı da verilir.
Beyyine; nûr gibi kendisi beyyin, yani gayet açık olup da başkasını beyan eden, açıklayan demektir. Bu yüzden davacının davasını açık bir sûrette beyan ve isbat eden şâhide; sağlam delil ve mûcizeye, beyyine denir. Burada ise Rasûlullah (s.a.s.)'e beyyine denmiştir. Çünkü hak ile batılı birbirinden en iyi ayıran beyyine (delil) O'dur.
Sûrenin Medine'de inmiş olması ihtimalini kuvvetlendiren bir uslûp, içerisinde bazı tarihî ve imanî gerçekleri açıkladığı görülmektedir. Bu gerçeklerden birincisi Hz. Peygamber'in Peygamberliğinin ehli kitaptan ve müşriklerden küfredenlerin düştükleri sapıklık ve ihtilafı ortadan kaldırmak için kaçınılmaz olduğu, Hz. Peygamber gelmeden bu ihtilafları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı hususunu ortaya sermektedir:
"Kitap ehlinden ve müşriklerden küfredenler kendilerine apaçık bir hüccet (beyyine) gelinceye kadar vazgeçecek değillerdi. Arınmış sahifeleri okuyan Allah katından bir peygamber, içinde en doğru yazılar bulunan... " (1-3).
Diğer bir gerçek ise Ehl-i Kitab'ın bilgisizliklerinden veya bu kitabın kapalı ve anlaşılmaz noktaları bulunduğundan dolayı onun üzerinde ihtilafa düşmemiş olduklarını; ancak kendilerine deliller ve bilgi geldikten sonra ihtilafa düştüklerini belirtmektedir.
"Kitap verilmiş olanlar ancak kendilerine apaçık hüccetler geldikten sonra ayrılığa düştüler. " (4).
Ehl-i Kitab olan yahudi ve hristiyanlar Rasûlullah gelmeden evvel sapıklık içinde idiler. Bu sapıklığa o kadar dalmışlardı ki kendi kendilerine doğru yolu bulmaları mümkün değildi. Uyanmaları için bir peygambere ihtiyaçları vardı. Aynı zamanda Allah'a söz de vermiş, eğer o peygamber gelirse ona iman ederiz demişlerdi. Bu konuda da hayli bilgi sahibi idiler. Çünkü kitaplarında ona dair bir çok bilgi vardı. Hal böyle iken o rasûl gelince ihtilâfa düştüler. Bazıları iman etti, birçokları ise onu tanımadılar. Ehl-i Kitab âhir zaman peygamberi hakkında bir çok bilgiye sahip oldukları halde böyle davranırlarsa, müşriklerin İslâm'a büyük tepki göstermeleri beklenen bir husustu. Zaten tarih de bu istikamette gelişti.
Sûrenin başında da işaret edildiği gibi, Ehl-i Kitab'ın ve müşrik kâfirlerin âkıbetlerinin kötü olduğu, yani ebediyyen Cehennem'de kalacakları; buna karşılık yaratıkların iyisi olan mü'minlerin ve salâh erbâbının âkıbetlerinin ebedî Cennet olduğu buyurulmuştur.
Üçüncü gerçek ise, aslında dinin bir tek kaynaktan doğduğunu, kâidelerinin sâde ve açık olduğunu, bundan dolayı ihtilafa ve görüş ayrılıklarına gerek bırakmadığını tabiatı itibarıyla anlaşılır bulunduğunu ifâde etmektedir:
"Halbuki onlar doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak, O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekât'ı vermekle emrolunmuşlardı. İşte bu en doğru dindir. " (5).
Dördüncü gerçek ise, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfredenlerin yaratıkların en kötüsü olduğu; iman edip sâlih amel işleyenlerin ise yaratıkların en iyisi olduğu hususdur. Her iki grubun cezası birbirinden bütünüyle farklı olacaktır.
Kitab Ehli'nden ve müşriklerden küfredenler, içinde ebediyyen kalacakları Cehennem ateşindedirler. Yaratıkların en kötüsü de işte bunlardır. İman etmiş olup sâlih ameller işleyenler; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar. Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan ve orada ebediyyen kalacakları Adn Cennet'leridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı. İşte bu Rabbi'nden korkan kimseye mahsustur. " (6-Cool
İmanın en önemli unsuru Cenâb-ı Allah'a ihlâs ile İbâdet etmek, yalnız O nun adını anmak, her türlü söz, iş ve amelde samimiyetle O'na yönelmektedir.
İhlâs, ibadetin özüdür. Bir kudsî hadisde şöyle buyurulmuştur:
"Ben Şirke nisbetle ortakların en zenginiyim. Kim bir amel eder de başkasını bana ortak koşarsa ben onu da şirkini de terk ederim. " (Müslim, Zühd, 46; İbn Mâce, Zühd, 21 ).

https://webbilgisayari.editboard.com

161==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:59 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BEZR

Tohumu verimsiz ve çorak yerde israf etmek, malı Allah'a isyanda, gereksiz ve faydasız yerde kullanmak.
İslâm, orta yol olduğu gibi, İslâm ümmeti de orta ümmettir; yani, düşüncede ve davranışta, almada ve vermede, kısaca insan hayatının her safhasında ifratın ve tefritin İslâm'da yeri yoktur. İslâm, mülk her şeyden önce Allah'ın olduğu için, kişiye tahsis edilmiş özel mülkü bile dilediği şekilde ve dilediği yere harcama yetkisi vermemiştir. Her şeyden önce, müslüman yeryüzünün halifesi olarak, yeryüzündeki geçim kaynaklarını bu hilâfetin gerektirdiği biçimde kullanmak, üretmek ve dağıtmakla yükümlüdür. Öyle ki, kişi üzerinde nefsinin bile bir hakkı olduğundan, mal benim, beden benim' anlayışı içinde tıka basa yemek veya kendisini yemek ve içmekten mahrum etmek, ifrat ve tefrit olduğu için yasaklanmış ve bedenin de, malın da Allah'a kulluk sınırları çerçevesinde kullanılması emredilmişti.
Dünya, âhiretin tarlasıdır ve âhirette biçeceği ekini kişi dünyada eker; Cenneti'ni de Cehennemi'ni de dünyada hazırlar. Attığı her adım, söylediği her söz insan için âhiret tarlasına atılmış bir tohumdur. Bu bakımdan, müslüman, sözünde ve davranışında ölçülü olmak, tohum israfında bulunmamak ve azamî verimi elde etmeğe çalışmak zorundadır. Bu bağlamda olmak üzere, akrabanın, düşkünlerin, fakirlerin ve yolcuların... Müslüman üzerinde hakları vardır. Gerek insaniyet, gerekse kişinin kazanmasına yol açan güç, kabiliyet, toprak, su, ısı, ışık gibi temel öğelerin Allah vergisi olması ve muhtaçların da Allah'ın kulu bulunması bu hakkı gerekli kıldığı gibi; dünya hayatının ahenk ve düzeni de böyle bir hakka sebebiyet vermektedir. Ayrıca, bu hakkın ifâsı da öyle rastgele olamaz. Her şeyden önce, verimsiz ve çorak arazi kendisine atılan tohumu vermeyeceği gibi, rastgele her toprağa atılan tohum da sahibini memnun etmez. Bu bakımdan, malın harcanma yeri, miktarı ve şekline de gereken dikkat gösterilmelidir ki; kişi ektiğinin karşılığını bol bol alsın. Bu yüzden, Kur'ân "Akrabaya, düşküne ve yolcuya hakkını ver: sakın bezr'e de gitme; çünkü bezredenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbi'ne karşı çok nankördür. Elini de boynuna asıp bağlama ve bütün bütüne de yayma; sonra kınanmış ve perişan olarak oturup kalırsın " (el-İsrâ, 17/26-27, 29) buyururken; bezredeni, her yaptığı boşa giden ve Allah'ın nimetlerini inkârla kesin küfre düşen şeytanın kardeşi yapmakla, Allah rızası dışında ve İbn Abbas'la İbn Mes'ud'un tefsiri üzere, her türlü yersiz harcamayı bezr' ve Allah'a karşı nankörlük saymaktadır. Müslüman, ne ekonomik durumunu çökertecek ölçüde verip kendisini ve çoluk çocuğunu başkalarına muhtaç edecek; ne de malını faydasız yerlere, gösteriş, lüks ve günaha sarfedecektir. O, malını da, bedenini de, bilgi ve zekâsını da Allah'ın çizdiği ölçüler içinde kullanmak zorundadır.

https://webbilgisayari.editboard.com

162==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 8:59 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BİD'AT

Daha önce mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan amel ve inançlar.
Hz. Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm'dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlar.
Bid'at'ın kapsamı konusunda farklı bakış açılarının olmasından dolayı İslâm bilginleri tarafından farklı tarifler yapılmıştır.
Kimi âlimlere göre bid'at, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra meydana gelen her şeydir. Bu tarifi yapan âlimler bid'ate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir. Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları iyi ve kötü olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır. Sonradan ortaya çıkıp Kur'ân ve Sünnet'e muhâlif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan şey(ere bid'at-i hasene (güzel bid'at); muhâlif olanlara ise, bid'at-i seyyie (kötü bid'at) ismini vermişlerdir. Ayrıca bid'at-i haseneyi kendi arasında, bid'at-i seyyieyi de kendi arasında ayrı kısımlara tabi tutmuşlardır. Böylece bid'at, vacib, mendub, mübah, mekruh ve haram olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Meselâ Kur'ân ve Sünnet'in anlaşılması için zorunlu olan Arap gramerini bilmek, fıkıh, fıkıh usûlü gibi ilimlerle uğraşmak vâcib; Ehl-i Sünnet itikadına muhalif sapık fırkaların ileri sürdükleri görüşler ise, bu âlimlere göre, haram bid'at kapsamında mütalaa edilmektedir. (Tahânevî, Keşşâfu İstilahâti'l-Funûn, İstanbul 1984 I, 133).
Bid'ati bu şekilde tarif edip taksimata tabi tutanlar, Kur'an ve Sünnete muhalif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan"şeylere bid'at isminin verilmesine dayanak olarak, Hz. Ömer'in şu sözünü ileri sürerler:
Hz. Ömer, Übey b. Ka'b'in, (r.a.) sekiz rekât olan terâvih namazını yirmi rekât olarak kıldığını ve Rasûlüllah (s.a.s.) döneminde münferiden kılınan bu namazın cemaat halinde kılındığını gördüğünde: "Bu ne güzel bid ât"demiştir. (Muhammed Revvâs Kal'acî, Mevsüatu Fıkhı Umar b. e!Hattâb, Kuveyt 1984, s. 125).
Diğer âlimlerin bid'at tarifleri ise şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra ortaya çıkan, din ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olan her şeydir. (Hayreddin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982, II, 248).
Bu âlimlere göre önceki gruptakilerin "bid'at-i hasene" kapsamına soktukları şeyler haddi zatında bid'at değildir. Onlara bid'at ismini vermek yanlıştır. Çünkü bu gibi şeylerin Kur'ân ve Sünnet'te dayanakları vardır. Bunlara sonradan çıkmış şeyler nazariyle bakılamaz. Rasûlullah (s.a.s.), şu hadislerinde bid'atin tarifini yapmışlardır: "Sonradan ortaya çıkan herşey bid'attir; her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık insanı ateşe sürükler. "(Müslim, Cumua, 43; Ebû Davud, Sünnet 5; Nesâî, lydeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7).
Huzeyfe b. el-Yamân'ın rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte: "Allah bid'at sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfını (maddi yardımını), şehadetini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi İslâm'dan çıkar. " (İbn Mace, Mukaddime, 7/49). Bu ikaz karşısında müslümanların dikkatli davranacakları ve bid'atın ne olduğunu araştıracakları muhakkaktır. Abdullah b. Abbâs (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle buyrulur: "Allah, bid'at sahibinin amelini, bid'atından vazgeçinceye kadar kabul etmez." (İbn Mâce, Mukaddime, 7/50). Amellerinin kabul edilmeyeceğini bilen bir müslüman korkar ve neyin bid'at olup, neyin olmadığını araştırır.
Meselâ, Rasûlullah'a selam ve salât Allah'ın emridir. Ama Rasûlullah'ı anmak için dini törenler yapmak ve mevlit okutmak kimin emridir?
Ölüleri hayırla anmak ve onlara dua etmek sünnette vardır. Ama ölüler için mevlit okutup, kırkıncı, elli ikinci geceleri tertip etmek İslâm'ın hangi hükmüne dayanır. Allah için sadaka vermek, zekât ve fitre dağıtmak Allah'ın emri gereğidir. Ama ölen birisi için devir, yani ölünün ibadet borcunu düşürmek için mal ve para taksimi yapmak, sabun, iğne, iplik dağıtmak kimin emridir?
Aslında her iki gruba göre de dinin aslına olan ilâve ya da aslından yapılan eksiltmeler yasaklanmış olup, kötü bir bid'attir. Ancak ikinci grup âlimlerin bid'atin tarifi konusunda daha tutarlı oldukları görülmektedir. Çünkü ilk grubun bid'at-i hasene kapsamına soktukları şeyler, aslında sonradan çıkmış şeyler değildir; onların Kur'an ve Sünnet'te dayanakları vardır.
Şu da bir vakıadır ki, birinci gruba tâbi olan fakat bu âlimlerin ne demek istediklerini hakkıyla anlamayan mukallidleri, dinde eksiltme ya da fazlalık durumunda olan şeyleri de bazen bid'at-i hasene kapsamına sokmuşlar; ikinci gruptakilerin mukallidleri ise, bid'at sayılmaması gereken bazı hususları bid'at kapsamına sokarak onlara karşı çıkmış ve hemen hemen her ictihada bid'at demeye başlamışlardır.
Kur'ân-ı Kerîm'i bir mushaf içerisinde toplamak, hadisleri derleyip toplayarak kitap haline getirmek, camilerin yanında minare yapmak, her ne kadar Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra olmuş birer bid'at iseler de, bunlar bid'at kapsamına girmeyen güzel şeylerdir, İslâm'a aykırı değildir.
Bunun aksine yukarıda sözkonusu ettiğimiz hususlar kötü bid'at olup câiz değildir. Çünkü bu âdetler sonradan meydana çıkmış ve İslâmî itikatlarla çelişmektedir.
Bid'atlar alanları itibariyle de kısımlara ayrılmaktadır. İtikadî konularla ilgili olanlara "itikadî bid'atler", iş ve hareketle ilgili olanlara da "amelî bid'atler" denir. Ayrıca mahiyetleri itibariyle küfrü gerektiren ve gerektirmeyen bid'atler vardır.
Günümüzde pek çok bid'at, müslümanların hayatına girmiştir. Bu sebeple dininin emirlerini yerine getirmek isteyen her kişi, bu hususa dikkat etmeli; dinde eksiltme ya da ilâve mahiyetinde olan söz, tavır ve davranışların yasaklanmış şeyler olduğunu bilerek bunları hayatından ayıklayıp atmalıdır. Burada müracaat edilecek yegane kaynak ise, Kur'ân ve Sünnet'tir.
__________________

https://webbilgisayari.editboard.com

163==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:00 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BİD'Î TALÂK

Kadını hayız halinde iken veya temizlenince birleştikten sonra yahut da bir temizlik içinde bir sözle birden fazla talâkla boşama. Sünnet'e aykırı olan bu tür boşamanın haram olduğu ve bunu yapan erkeğin İslâmî hükümlere karşı gelmiş sayılacağı husûsunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Ancak İslâm hukukçuları böyle bir boşamanın hukukî neticesi; yani boşamanın muteber olup olmıyacağı hususunda şiddetli münakaşalara varan görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir.
İmam Ebû Hanife ve talebelerine göre talâk üç şekilde gerçekleşir: Ahsen, Hasen, Bid'î. Bunlardan Ahsen (en güzel) ve âile hakkında hayırlı ve elverişli olan talâk, kişinin eşini üç tuhur halinde bir talâk ile boşayıp iddeti bitinceye kadar bırakmasıdır. Hasen yani güzel talâk da, kişinin karısını üç tuhur içinde üç kere boşamasıdır ki, buna bid'î mukabili "sünnî" denilir. Bid'î talâk da bir sözle üç talâk'ı birden tuhur halinde vermek demektir.
Hayız hâlinde veya temizlendikten sonra kendisiyle birleşme vâki olmuş kadını boşamak, bazı İslâm hukukçularına göre iki durumda Kitâb ve Sünnet'e aykırıdır. Dolayısıyla böyle bir talâk geçerli değildir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğunu gösterirler:
"Ey peygamber! kadınları boşamak istediğiniz zaman iddetleri içinde boşayınız ve iddeti hesaplayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkunuz.. " (et-Talâk, 65/1).
"Boşama iki defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır... (el-Bakara, 2/229).
Bunlardan başka İbn Ömer'in hayız halindeki karısını boşaması üzerine Resulullah (s.a.s.)'in ona hanımına dönmesini emretmesi ve İbn Ömer ile Ebu'z-Zübeyr'den gelen rivayetlere göre Resulullah (s.a.s.) hayız halindeki boşamaları geçerli saymadığına" dâir hadisleri;
"Her kim sünnetimize uymayan bir iş işlerse o merduttur, geçerli değildir." mealindeki sahih hadisler bu tür talâk'ın İslâm'da muteber olmadığını göstermektedir (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 239).
Fakat bu görüş ve delillere rağmen dört mezhep imamı da dahil olmak üzere Cumhur'a göre böyle bir boşama bid'at ve haram olmakla beraber geçerli bir boşamadır. Erkek talâk hakkını kullanmış olur ve kadın da boş düşer (H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1986, I, 306 vd.)
Bu tür talâkın geçerli olduğunu söyleyen müçtehidlerin görüşleri ise şu delillere dayandırılmaktadır:
İbn Ömer'le alâkalı hadiste Resulullah'ın eşine dönmesini emretmesi bu boşamanın bir talâk sayıldığına delâlet eder; çünkü talâk olmadan ric'at da olmaz.
Ayrıca İbn Ömer'in böyle bir boşamanın sadece bir talâk sayılacağını bildirmiş olması (el-Buhârî, Talâk,1), bu talâk'ın geçerli olduğunu göstermektedir derler.
Bu iki görüş İslâm hukuk tarihi boyunca günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir.
Bir temizlik içinde veya bir mecliste üç kere boşama durumuna gelince dört mezhep imamı da dahil olmak üzere Cumhur-u Ulemâ ister bir defada, ister arka arkaya birkaç defada ifâde edilen talâk'ın muteber olduğu görüşünü savunuyorlar. Meselâ bir erkek hanımına "üç kere boşsun" veya "üç talâk ile boşsun" dese karısını beynûnet-i kübrâ ile boşamış olur. Aynı şekilde bir temizlik içinde birden fazla zaman ve yerde birden fazla talâk ile boşama da evlilik bağını sona erdirme bakımından muteberdir. Böyle bir talâk şekline karşı iki ayrı görüş ileri sürülmüştür:
Birincisi böyle bir boşama Kitâb ve Sünnet'e uymayan yani bid'i talâk olduğundan muteber değildir, kadını böyle bir talâk'la boşamak bir şey ifade etmez.
İkinci görüş bir mecliste veya bir temizlik müddeti içinde birden fazla boşamalar bir boşama (ric'i talâk) sayılır. Bu görüşü savunanlar şu delilleri ileri sürerler:
-Cumhur'un delilleri bid'i talâk'ın vâki olacağına ait olup yukarıda belirtilen delillerdir. Ayrıca şu hususlarda ilâve edilebilir:
-Hanımının zina ettiğini gördüğü halde bunu ispat edemediği için mülâane yoluna baş vuran Uveymir, lânetleşmeden sonra karısını üç talâk ile boşamıştır. Fakat burada boşanmanın mülâane ile olabileceği unutulmamalıdır. Yani Uveymir'in bu boşaması doğrudan doğruya üç talâk ile boşama değildir.
-Üç talâk ile boşanmış kadınların boşayan eşleri ile tekrar evlenebilmelerinin mümkün olup olmadığı mevzuunda Resulullah'tan sorulan suallerden Hz. Peygamber'in bu nevi boşamaları sahih gördüğü anlaşılmaktadır. (Buhârî Talâk, 3).
Muhalifler bu delillere de şu cevabı vermişlerdir: Bu suallerde geçen üç talâk ile boşamanın bir mecliste veya bir defada olduğu sâbit değildir. Çeşitli zamanlarda ve sünnete uygun bir şekilde boşanmış ve âdet üçe varınca Hz. Peygamber'e sorulmuş olabilir.
Böyle bir talâk'ı bir talâk kabul edenler ise şu delilleri ileri sürerler:
"Boşama (talâk) iki keredir. Sonra ya iyilikle geçinmek yahut güzellikle ayrılmak gerekir... Allah'ın had'leri bunlardır; bunları açmayın. Allah'ın koyduğu sınırları aşanlar kendilerine zulmetmiş olurlar. (Bundan sonra koca) karısını boşarsa, kadın başka bir koca ya varmadan artık ona helâl olmaz. Şâyet bu (ikinci) koca onu boşar ve onlar da Allah'ın koyduğu sınırları koruyacaklarına kanaat getirirlerse birbirlerine dönmelerinde günah yoktur" (el-Bakara, 2/229-230)
Bu ayetler boşama haklarının bir anda kullanılmamasını, ayrı ayrı zamanlarda kullanılıp arada düşünülmesini bundan sonraki hayat hakkında iyi niyetle karar verebilmek için fırsat bırakılmasını ortaya koymaktadır

https://webbilgisayari.editboard.com

164==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:00 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

Bİ'R-İ MÂUNE OLAYI

Amiroğulları yurdu ile Süleymoğulları yurdu arasında bulunan Maune kuyusunun yakınında ashabdan yetmiş eğitici ve tebliğcinin şehit edildiği olay.
Hicret'in dördüncü yılında Uhud savaşından dört ay sonra Necid Reisi Ebû Berâ' Medine'ye geldi. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den kendi kavmini irşad etmeleri için mürşidler istedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) durumdan şüphelendi: "Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından endişe ederim" buyurdu. Ebû Berâ': "Onları ben himayeme aldıktan sonra Necid halkından hiç biri dokunamaz" diye teminat verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir b. Tufeyl'e bir mektup yazdı. Amir, amcası adına kavmini idare ediyordu. Daha sonra Resulullah (s.a.s.) Münzir b. Amr başkanlığında ashabından yetmiş kişilik bir heyet gönderdi. Bunlar ashab-ı suffeden olup kurra idiler.
Heyet, Bi'r-i Mâune'ye varınca korkunç bir ihanetle karşılaştılar. Amir b.Tufeyl, Hz. Peygamber. (s.a.s.)'in göndermiş olduğu mektubu bile okumadan mürşidlerin etrafını büyük bir ordu ile kuşatmıştı. Kendi kabîlesi, Ebî Berâ'nın himayesine aldığı mürşidleri öldürmek istemediğinden, başka kabîlelerden kuvvet toplamıştı. Müslümanlar kuşatıldıklarını anlayınca kılıca sarıldılar ve: "Biz, Resulullah (s.a.s.)'in gönderdiği mürşidleriz. Sizinle hiç bir ilgimiz yok" dedilerse de söz anlatamadılar. Mürşidler: "Allah'ım! Resulü'ne durumumuzu haber verecek senden başkasını bulamıyoruz, selamımızı ona sen ulaştır. Allah'ım! Rasülün vasıtasıyla kavmimize haber ver ki; biz Rabbimiz'e kavuştuk. Rabbimiz bizden hoşnud oldu ve bizi de hoşnud kıldı." diyerek hallerini Allah'a arzetmişler ve insafsız düşman kılıçlarıyla Rablerine kavuşmuşlardır. Allah bu sevgili kullarının isteklerini yerine getirerek vahiy meleği Cebrail'i Hz. Peygamber (s.a.s.)'e göndermiştir. Cebrail: "Onlar Rab'lerine kavuştu. Rab'leri onlardan hoşnut oldu ve kendilerini de hoşnut kıldı." diye durumu Hz. Peygambere bildirmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.) durumdan haberdar olunca çok üzüldü. Hemen bir hutbe irade ederek olayı ashabına bildirdi. Allah'a hamd-u senâ'dan sonra şöyle dedi: "Kardeşleriniz müşrikler tarafından kuşatılıp şehit edildiler. Hiç biri sağ bırakılmadı. Onlar Allah'dan hoşnut oldular, Allah da onlardan hoşnut oldu. "
Rasûlullah (s.a.s.) kendisine bu acı haberin ulaştığı gece sabah namazının ikinci rekatında rukûdan doğrulunca:
"Allah'ım! Onların durumlarını sana havale ediyorum. Ey Allah'ım! Onların yıllarını Yusuf Peygamber'in kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına darlık getir. " diye beddua etmiş ve buna beş vakit namazlarında bir ay müddetle devam etmişti. Cemaatin de arkasında "âmîn" dediği Rasûlullah (s.a.s.)'in bu duası kabul olmuştur.
Bİ'SET
Gönderme. Cenâb-ı Allah tarafından Peygamber gönderilmesi, özellikle Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in risalet görevi ile gönderilmesi hakkında kullanılan bir terim.
"Bi'set" ve "ba's" kelimeleri mastar olup Kur'an-ı Kerîm'de daha çok bu kökten gelen fiil tiplerine rastlarız. Bunlar üç manada kullanılmıştır:
1- Bir şeyi, bir nesneyi göndermek:
"Peygaınberleri, onlara (İsrailoğulları'na) dedi ki: Allah, Talût'u size hükümdar olarak gönderdi" (el-Bakara, 2/247) ayetinde bu anlamda kullanılmıştır.
2- Peygamber göndermek: "Allah, müminlere büyük lütufta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerine uyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdi." (Âli İmrân, 3/164) ayetinde bu anlamda kullanılmıştır.
3- Öldükten sonra dirilmek: "Kıyamet kopacaktır, bunda şüphe yoktur. Allah kabirlerdekileri diriltecektir" (el-Hac, 22/7) ayetinde olduğu gibi.
Bi'set-i Nebî: Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamber olarak gönderilişi demektir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Mekke dönemindeki hayatı iki merhalede incelenir: 1- Bi'setten önceki hayatı, 2- Bi'setten sonraki hayatı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'in Hz. Hatice ile evlenmesi ve Kâbe hakemliği Bi'setten önce olmuştur.
Bi'set olayı İslâm ve dünya tarihi için bir dönüm noktasıdır

https://webbilgisayari.editboard.com

165==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:00 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BUĞZ

Birisi hakkında gizli ve kalbî düşmanlık beslemek, başkasına kin duymak, nefret etmek. Kur'an-ı Kerîm' de yan anlamda "bağzâ" kelimesi kullanılır. (Ali İmrân, 3/118; Mâide, 5/14, 64, 91; Mümtehine, 60/4).
Buğz, İslâm'a göre kötü huylardandır. Buğz, müslümanlar arasındaki kardeşlik hislerini zayıflatır, gevşekliğe yol açar. İslâm toplumunun çözülmesine neden olur. Halbuki insanlar arasında sevgi ve bağlılığı devam ettirmek esastır. Onun için müslümanların birbirlerine kin beslemeleri, kin ve düşmanlığı, hiddet ve kırgınlığı meydana getirebilecek söz ve hareketlerden kaçınmaları gerekir. Müslümanlar kendi aralarında edeble ölçü ve hesapla hareket etmelidirler. Bunlar gözetildiği takdirde, karşılıklı sevgi doğar ve insanlar arasında kin vücuda gelmez.
Enes b. Malik (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur:
"Birbirinize karşı kin doğuracak hareketlerde bulunmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize darılıp arka çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları birbirinizle kardeş olunuz. (Kardeş sevgisi gösteriniz)". (Buharî, Edeb, 57-58; Müslim, Birr, 24-28, 30; Ebû Davûd, Edeb, 47).
Müslüman müslümana asla buğzetmez. Buğzetmek ancak Allah rızası için, Allah düşmanlarına yapılabilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyururlar: "Allah için buğzetmek ve Allah için sevmek imanın alâmetlerindendir." (Buhârî, İman, 1; Ebû Davûd, Sünnet, 2; İbn Hanbel, V,146). Ayrıca müslümana karşı sevgi beslerken de ölçüyü kaçırmamak gerektiği gibi, buğzederken de bu ölçüyü korumak gerekir. Yine Rasûlullah (s.a.s.):
"Sevdiğini ölçülü sev, olur ki bir gün ona kızarsın, buğz ettiğine de ölçülü buğz et olur ki bir gün onu seversin. " buyurmaktadır. (Tirmizi, Birr, 60).

https://webbilgisayari.editboard.com

166==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:01 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BUHÂRÎ
(194-256/810-869)

Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri.
Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâil b. İbrâhim b. el-Muğîre b. Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî.
Muğire b. Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin aracılığıyla müslüman olmuştur. Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmiştir. Buhârî'nin babası ve dedesi hakkında pek bilgimiz yoktur.
Muhammed el-Buhârî, 13 Şevvâl 194 h./21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara'da doğmuştur. Bundan dolayı da Buhârî nisbetiyle anılmasına sebep olmuştur. Buhârî, henüz bebek iken babası vefat etmiş, kardeşi Ahmed'le birlikte yetim kalmıştır. Annesinin terbiyesi altında büyümüş, küçük yaşta Kur'an'ı ezberlemiş ve Arapça öğrenmiştir. Babasından kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim öğrenmesinde yararlı oldu. On bir yaşında hadis öğrenmeye başladı. Onaltı yaşında annesi ve kardeşi Ahmed'le birlikte hacca gitti. Annesi ve kardeşi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim öğrenmek isteğiyle Mekke'de kaldı. (210 h./825).
Onsekiz yaşında "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adlı eserlerini yazdı. İlim öğrenmek için Şam'a, Mısır'a, Basra'ya, Bağdat'a gitti. Bu amaçla altı yıl Hicâz'da kaldı. Buhârî, hadis öğrenmek ve nakletmekle kalmadı. Şiirle de ilgilendi. Ancak fazla şiir yazmadı. Savaş sporlarına ilgi duydu, ata bindi, ok attı.
Akranları Buhârî'den övgüyle bahsederler. Onu övenler arasında büyük muhaddis İmam Müslim'de vardır. Buna rağmen, Buhârî'nin üstünlüğünü çekemeyenler fitne çıkarmaktan geri kalmadılar. Buhârî'nin "Kur'an mahluktur" düşüncesini savunduğunu yaydılar. Bu dedikodulardan rahatsız olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti. Burada da rahat edemedi. Buhârâ emiri ile arası açıldı. Buhara Emiri Halid İbn Ahmed, çocuklarına Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutması için Buharî'yi konağına çağırır fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez. İlim meclislerinin herkese açık olduğunu,isteyenin gelerek yararlanabileceğini, ilmi valinin konağının duvarları arasına hapsedemeyeceğini bildirir. Bu olay üzerine Ahmed İbn Hâlid, onu Buhara'dan sürer.
Buhârî, Buhara'dan ayrıldıktan sonra Semerkand'a gider. Hartenk köyünde bulunan akrabalarının arasına yerleşir. Semerkand'lılar, Buhârî'den yararlanmak isterler. Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasında bulunurlar. Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazırlık yapmaya başlar ancak bu arada hastalanır ve Ramazan Bayramı gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h./31 Ağustos 869). Cenazesi, bayram günü öğleden sonra kılınarak Hartenk'e defnedilir.
İmam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yeteneğine sahipti. Herhangi bir şeyi ezberlemesi için ona bir defa bakması veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi. Bağdatlıların ve Semerkandlılar'ın O'nun zekâ seviyesini denemek için sordukları sorular bunu göstermesi bakımından önemlidir. Gezileri sırasında dinlediklerini yazmaması ve kendisine takılanlara, dinlediği bütün hadisleri ezberden okuması da dikkat çekicidir. O aynı zamanda çok hadis ezberlemekle de şöhret bulmuştu.
İnce yapıtı uzun boylu idi. İhtiyarlığında çok halim selim görünüşlü olmuştu. Sert yaratılışlı değildi. Yumuşak huyluydu. İlim konusunda çok dikkatli idi. Dayanaksız konuşmak istemezdi. Başkaları hakkında gayet yumuşak bir dil kullanırdı. Derdi ki,
"Hiçbir kimseyi gıybet etmemiş olarak Allah (c.c)'a kavuşmayı arzu ediyorum." Rical bilgisi herkesten çok olmasına rağmen cerh ettiği (zayıflığını ortaya koyduğu) raviler hakkında bile aşağılayıcı tabirler kullanmazdı. Yalancılığı bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf vardır)", "seketû anhu (sikalığı konusunda âlimler sustular)" derdi. O'nun bir adam hakkında en ağır sözü "münkerü'l-hadis (hadisi alınmaz)" terimidir.
Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüştüğü şeyhler arasında saydıktan sonra şöyle demiştir: "O, sika, inanılır, akıllı bir muhaddistir. İslâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur." Bazı âlimler onun için şöyle derler: "Buhârî, Allah (c.c)'nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir." Necm b. el-Fazl diyor ki: "Rüyamda Rasûlullah (s.a.s.) efendimizi gördüm. Bir köyden çıkmış gidiyordu ve arkasından İmam-ı Buhârî de onu takip etmekteydi. O bir adım atınca Buhârî de bir adım atıyor ve ayağını Rasûlullah (s.a.s.)'ın ayağını bastığı yere basıyordu. Kitabını da her bakımdan ona nisbet ediyordu."
Buhârî ilmiyle amel eden bir insandı. İslâmî sınırlara uymada aşırı derecede titizdi. Helâl ve haram konusunda duyarlı idi. Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (c.c.)'ın rızasını, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şefaatini kazanmaktan öte bir amaç taşımıyordu. Babasından kalan mirası bile bu yolda harcamıştı. Cömertliğiyle şöhret bulmuştu, yardım ettiklerine Allah rızası için elini uzatıyordu. Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kılardı. Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'ı Kerîm'i hatmederdi. Gecenin bir kısmını uykuyla geçirirdi. Sürekli geceleri uykusundan kalkıp, kandilini yakar, hadis tahric ederdi. Yahut yazdıklarına işaretler koyar, üzerinde düşünürdü. Seherden önce uyanır, gece namazı kılar; sonra Kur'an'ın üçte birini okurdu. Ramazanda ise terâvihten sonra Kur'an'ın üçte birini okumaya devam ederdi.
Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldığı hocalarının sayısı binden fazladır. Hadis yazdığı şeyhlerine ait senetleri de bildiğini, senedi zayıf rivayetlere itibar etmediğini belirtir. Hocalarının başlıcaları şunlardır:
Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medinî, Yahya b. Maîn, İsmail b. İdris el-Medînî, İshak b. Rahuyeh.
Bunların dışında şu isimleri de görüyoruz;
Mekkî b. İbrahim el-Belhî, Muhammed b. Selam el-Bikendi, İbrahim b. el-Eş'as, Ali b. el-Hasan b. Şekîk, Yahya b. Yahya, İbrahim b. Musa el-Hafız, Şüreyc b. en-Numan, Ebu Asım en-Nebil eş-Şeybânî, Muhammed b. Abdullah el-Ensârî, Abdullah b. Zübeyr el-Hamidî, el Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî.
Öğrencileri arasında da en meşhurları şunlardır;
Ebu İsa et-Tirmîzî, Muhammed b. Nasru'l Mervezî, İbni Ebi Dâvud, Müslim b. Haccac ve en-Nesâi.
Câmiu's-Sahîh; İslâm'ın ilk dönemlerinde hadislerin Kur'an'la karışması söz konusu olduğundan hadislerin yazılması yasaktı. Sonraları Kur'an-ı Kerîm, kitap haline getirilip, çoğaltıldı orıa bir şeyin karışması engellendi. Sahabe nesli bütünüyle vefat etmiş, İslâm ülkeleri genişlemiş, değişik düşünceler ortaya çıkmıştı. Bu tür nedenlerle hadislerin toplanmasının yararlı olacağına inanıldı ve hadislerin tedvinine başlandı.
Hadislerin toplanmasına Tabiun* döneminde başlanmıştır. İmam Mâlik* (179 h./195) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hadislerine Sahabe ve Tabiun kavillerini ekleyerek Muvatta'yı tasnif etmiştir. İmam Mâlik'ten sonra da hadis konusunda çalışmalar yapıldı.
Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadır. Bunların birincisi, hocasının kendisinden böyle bir istekte bulunması, ikincisi de kendisinin görmüş olduğu bir rüyadır.
Buhârî, sahih adıyla anılan ve içerisine sadece kendince sahih olduğu sabit olan hadisleri koyduğu kitabını yazmakla hükümlerin kaynaklarını bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmiştir. İmam Buhârî ayrıca bu eserle kendisinden önce yaşamış mezhep imamlarının dayandığı temellerin sağlam olduğunu, hiç birinin kişisel görüşle fetva vermediğini ortaya koydu. Ondan sonra gelen muhaddisler, hadis çalışmalarının sınırlarını az çok belirlemiş oldular. İlim adamları Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler.
Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koyduğu gerçekleri ve şartları kabul ettiler, örnek aldılar. O, hadiste odak ve hareket noktası olarak değerlendirildi.
Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandı. Eserine aldığı hadisleri, altı yüz bin hadisin içinden seçti. Sahih hadislerin dışında kalan diğer hadisleri eserine almadı. Eserin kabarmasını önlemek için sahih hadislerin bile bir kısmını almamıştır. Câmiu's-Sahih'te yer alan hadislerin sayısı yedibinikiyüzyetmişbeştir. Bazı hadisler değişik kitaplarda geçmektedir. Mükerrerler çıkarıldıktan sonra geriye kalan hadis sayısı dört bin'dir.
Câmiu's-Sahih'te hadisler konularına göre kitaplara, her kitap da kendi arasında bâblara ayrılmıştır. Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadislere yer verilmiş, râvilerin güvenilir olması hususunda titiz davranılmıştır. Râviler birbirine bağlanarak ilk kaynağa kadar götürülmüştür. Hadisleri bazı titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanları reddetme çığırını açan Buhârî olmuştur. O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadisleri zayıf ve uydurma olanlarından ayırmaya devam etmişlerdir. Sahih hadis kitabı yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizliği ileri götüren olmamıştır. Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olması onun İslâm ümmeti arasında müstesnâ bir şöhret ve güven kazanmasına sebep olmuştur.
Sahih'in nerede telif edildiği hususunda değişik görüşler vardır. Buhârî, hadis almak için gittiği her yerde eserini telife çalışmıştır. Hayatı seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanın onaltı yıllık çalışmasının mahsulü olan bu eserin telifini bir yere bağlamak mümkün değildir.
Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayısı doksanyedi, bâbların sayısı üçbindört yüzelli kadardır. Üç râvili hadislerin sayısı da yirmi ikidir. Değişik senetle gelen hadisler Sahih'te yer almaktadır. Ancak aynı senet ve aynı metinle birden fazla yerde zikredilen hadislerin sayısı yirmi üç kadardır. Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i ile Müslim'in eserine Sahih adı verilmektedir. İkisine birden "Sahihayn "* denilir. Diğer dört hadis kitabına da "Sünen "*, altı hadis kitabının tümüne birden "Kütübü Sitte"* denilmektedir.
Buhârî'nin bu eserine ait bir çok şerh yazılmış ve üzerinde çalışmalar yapılmıştır. En meşhur şerhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari, Askalani'nin Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adlı eserleridir.
Câmiu's-Sahih dışında, şu eserleri vardır:
Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir. Sahasında ilk yazılanlardandır. Buhârî bunu henüz onsekiz yaşında iken Rasûlullah (s.a.s.)'ın kabri başında mehtaplı gecelerde yazmıştır. Haydarabad'ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt,1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basılmıştır.
Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kısaltılmışıdır. Bazı yazma nüshaları mevcuttur. İbni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller yapmıştır.
Tarihu's-Sağîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir. 1325 yılında Zuafâü's-Sağîr ile birlikte Hindistan'da basılmıştır.
Kitâbu Zuafâü's-Sağîr: Zayıf ravilerin hallerinden bahseder. Hindistan'da 1323 ve 1326 tarihlerinde basılmıştır.
et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr ve's Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir.
et-Tevârîhu'l Ensâb: Bazı şahısların özel hallerinden bahseder.
Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir. Haydarabad'ta 1360 yılında basılmıştır.
Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadislerini toplayan bir eserdir. İstanbul'da 1306, Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yıllarında basılmıştır.
Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldırmakla ilgili bir risâledir. Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yıllarında yayınlanmıştır.
Kitâbu'l-Kıraati Halfe'l-İmam: Namazda imamın arkasında okuma hakkında yazılmış bir risâledir. Hayrü'l Kelâm fi Kıraati Halfi'l İmam adıyla Orduca çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrıca 1320'de Kahire'de basılmıştır.
Halku'l-Ef'ali'l-İbâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin görüşlerini reddeden bir kitaptır. 1306'da Delhi'de basılmıştır.
el-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazılmış bir eserdir.
Abarü's Sıfat: Hadisle ilgili bir eserdir ve bazı kütüphanelerde yazma nüshaları mevcuttur. Bunlardan başka kimi kaynaklarda Buhârî'ye ait olduğu zikredilen şu kitapların ismini de görmek mümkün:
Birri'l Valideyn, el-Camiu'l Kebir, et-Tefsirü'l Kebir, Kitabü'l Hibe, Kitabü'l Eşribe, Kitabu'l Mebsut, Kitabü'l İlel, Kitabü'l-Fevâid, Esamü's Sahâbe, Kitabu'd-Duâfa, el-Müsnedü'l-Kebir, Sülâsiyyât.

https://webbilgisayari.editboard.com

167==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:01 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BÜLÛĞ, BÜLÛĞA ERME

Yetişmek, ulaşmak, ulaştırmak, kararlaştırılan bir iş, yer ve zamanın nihayetine ermek. İnsan hayatının devrelerinden olan çocukluk çağının sona erip, olgunluk (erginlik) çağının başladığı nokta. Yaş ile ilgili olarak bülûğ çağına erme ifadesi Kur'an'da bir çok yerde geçmektedir.
İnsanın dünya hayatı merhalelerinden bahseden bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur "..Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra gücünüze ermeniz için (sizi büyütüyoruz). içinizden kimi (çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki bilirken birşey bilmez hale gelsin... " (el-Hâc, 22/5).
Ayette bildirildiği gibi, insan tabii ecelin daha evvel gelmemesi halinde çocukluk, olgunluk ve ihtiyarlık çağlarını geçirir. Yine Kur'an, henüz ergenlik çağına gelmemiş çocukların soyunma ve yatma vakti olan üç vakitte yatak odalarına izinsiz girmemelerini (en-Nûr, 24/58), bildirerek çocukluk çağından bahseder. (Bülûğ çağı için bk. Kur'an, 6/152,12/22,18/82, 28/14, 37/102, 40/67, 46/15)
İnsanın bir emir veya yasakla sorumlu tutulabilmesi için, öncelikle akıllı ve çocukluk devresinden kurtulup bâliğ olması şarttır. İslâm'da "ef'âl-i mükellefîn*, sorumluluk durumunda olan kimselerin yapmaları veya yapmamaları gereken bir takım emir ve yasaklar vardır. Bunlar; farz, vacip, sünnet, müstehab helâl, mübah, mekruh, haramdır. Müslümanlar da bunlardan bir kısmını yapmakla,bir kısmını da yapmamakla yükümlüdürler. Bu yükümlülükler, büluğ çağı dediğimiz yaşa gelince başlar. Bu nedenle İslâm'ın bülûğ çağı ile çok yakından ilgisi vardır. Bülûğ çağının başlangıcı, kızlarda dokuz: erkek çocuklarda oniki yaşın bitimidir. Son sınırı ise soğuk iklimlerde veya anormal hallerde erkeklerde onsekiz; kızlarda da onyedi yaştır. Artık erkek onsekiz, kız da onyedi yaşına gelince bülûğa ermiş sayılırlar. Ancak kız veya erkek, bülûğa erme sınırının son yaşlarına gelmeden, uykuda veya uyanıkken ihtilam olurlar, menileri gelir veya kadın ve erkek evlenmeleri halinde biri hamile kalmaya, diğeri de hamile bırakmaya müsait duruma gelirlerse, artık bülûğa ermiş sayılırlar. (Mecelle, mad. 985) Yukarıda saydığımız bülûğa erme sıfatları genellikle kızlarda dokuz, erkeklerde oniki yaşlarında meydana gelir. İklimin sıcak olduğu bölgelerde yetişme daha erken olacağından, bu özellikler daha erken yaşlarda da görülebilir. Bu özelliklerin görüldüğü andan itibaren de İslâmî sorumluluklar başlar. Bu yaşa gelmeyenlere İslâmî sorumluluk yüklenmemiştir. (Tecrid-i Sarîh, I, 80). İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, gerek erkek, ve gerek kızlar için bülûğ yaşının son sınırı onbeş yaştır. (Mecelle, mad. 987) Hanefî mezhebinde fetva da buna göre verilmiştir. Şâfiî ve Hanbelî mezhebinde bülûğ yaşının son sınırı onbeş, Mâlikî mezhebinde onsekiz yaş olarak belirlenmiştir.
Bazı insanlarda erkek ve kadın tenasül uzuvları aynı nisbette vardır. Bunlara "hünsa-i müşkil" denir. Bunlarda bülûğ yaşının son sınırı onbeş yaştır. Bülûğ yaşının son sınırına gelmeden evvel kız ve erkekte meydana gelen ihtilam olma, meni gelme ve hayız olma halleri, bülûğa ermenin alâmetleridir. Bülûğ çağına eren kız ve erkek gusül, abdest, namaz, oruç, malî imkânlar müsait ise hac* ve zekât*, erkekler için cuma* ve bayram namazları* gibi vecibeleri, kendi malında tasarruf hakkı ve diğer dinî sorumlulukları yerine getirmek zorundadırlar. Bu yaşa gelen çocuklar, ebeveynlerinin ve büyük kardeşlerinin soyunma odalarına giremezler, ayn cinsten kardeşler bir yatakta yatamazlar, ayrı cinsten nikâhlanmaları yasak olmayan kimselerle yalnız başlarına kalamazlar. Hz. Peygamber (s.a.s.):
"Çocuklarınız yedi yaşına gelince onlara namazı emrediniz; on yaşına geldikleri halde kılmazlarsa -incitmeyecek şekilde- dövünüz." (Ebû Davûd, Salât; 26) buyurmuştur. Bülûğ yaşının başlangıcına geldiği halde henüz bâliğ olmayan şahsa hakikaten veya hükmen bâliğ oluncaya kadar erkek ise "mürahik* ", kız ise "mürahika" denir. (Mecelle, mad. 986

https://webbilgisayari.editboard.com

168==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:02 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BURHAN

Huccet, delil, ispat aracı. Kelâm ilmi açısından "delil", "bizi, bir konu hakkında müsbet veya menfi hüküm vermeğe götüren şeydir." Delil birkaç bakımdan taksime tabi tutulabilir. Bu taksimlerden biri delilin aklî ve naklî bölümlere ayrılmasıdır. Aklî delil* bütün mukaddimeleri (öncülleri) akla dayanan delildir: Meselâ, âlem değişkendir her değişken hâdistir (sonradan olmadır) gibi. Şayet delilin mukaddimeleri tamamen naklî ise, delil de naklîdir: Allah'ın emrini terkeden asîdir. Zira Kur'an'da: "Emrime asî mi oldun?" (Taha, 20/93) buyurulmuştur. Her asî Cehennem'liktir. "Allah'a ve Rasûlüne asî olan için Cehennem ateşi vardır" (el-Cinn, 72/23) buyurulmaktadır. Naklî delil* ise bir bakıma aklî sayılır. Çünkü nakli tebliğ eden zatın (peygamberin) doğruluğunu yine akıl ile ispat ederiz. O halde sırf aklî delil ile aklî-naklî delil vardır. Başka bir taksime göre delil kat'î* veya zannî* olur. Medlûlünden (bildirdiği şeyden) muhalif ihtimalleri kaldıran delile kat'î; her türlü ihtimali izale edemeyen delile de zannî delil denir. İşte aklî delil, kat'î olursa burhan adını alır. Mukaddimeleri kesin (yakîn) olan delile burhan adı verilir. Burhan, cedel (diyalektik) ve münakaşalara dayanıklı bir delildir. "Alem değişkendir, her değişken hâdistir" delili bir burhandır (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi- Giriş, İstanbul 1981, 72-73).
Burhan, yakîniyattan meydana gelen bir kıyastan ibarettir. Yakîniyat denilen şeyler, bir kıyasın mukaddimelerini teşkil eder. Eğer bu mukaddimeler başlangıç olarak aslen yakîniyattan ise bunlara zaruriyat denir. Eğer dolaylı olarak yakîniyattan ise, bunlara da nazariyat adı verilir (Ömer Nasûhi Bilmen, Mülehhas İlm-i Tevhîd Akâid-i İslâmiyye, İstanbul 1973, Cool.
İşte bu yollarla varılan neticelere, yakîn ve kesin bilgi veren Burhanî deliller denir.
Burhanî delilleri ancak âlimler anlarlar. Bu sebeple, muhatabın anlayacağı bir şekilde ifade etmek gerekir. İnsanların daima büyük çoğunluğunu teşkil eden avam, burhânı anlayamaz. Onlar ancak iknaî delilleri kavrayabilirler. Kur'an-ı Kerîm her tabakadaki insana hitap ettiğinden, hem burhanî hem iknaî (hatabî) deliller ihtiva eder. Bazı âlimler, bütün Kur'an delillerinin burhan olduğunu kabul ederler (Dr. Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları Tevhîd ve İlm-i Kelâm, Ankara 1984,104; B. Topaloğlu, a.g.e., 73).
Burhanî delillerin muhtelif türleri vardır:
a) Burhan-ı Temânu': Allah Teâlâ'nın birliğini ispat eden aklî kesin bir delildir.
Her sağduyu sahibi bilir ki ulûhiyet (ilahlık) sıfatıyla nitelenen ve vücûdu (varlığı) zatının gereği bulunan varlık, tam bir kudret, mutlak bir hüküm ve üstünlük sahibidir. Bu hal ilâh olan varlığın tabiatı icabıdır. Aksi halde o, tam bir ilâh sayılamaz. Bu sıfatlarla nitelenen, her bakımdan birbirine eşit iki ilâh bulunduğu farzedilirse, yaratmakta ve hükmetmekte "tek" ve "rakipsiz" olmaları tam bir ilâh olmanın tabiatı icabı olduğundan, bu iki ilâhın her zaman ittifak edip, anlaşmaları imkânsızdır. Buna rağmen, bu niteliklerde ve birbirine eşit iki ilâhın bulunduğunu farzetsek, aralarında ihtilaf ve arzularında çatışma olacağı muhakkaktır. O halde böyle bir ihtilaf sonunda, meselâ ilâhlardan biri bir şeyin olmasını; diğeri de olmamasını istese ve dilese aklen biliriz ki mutlaka şu üç ihtimalden biri olacaktır:
1. Ya her iki ilâhın da dilediği olacaktır.
2. Veya her iki ilâhın dilediği de olmayacaktır.
3. Yahut da ilâhlardan birinin istediği olacak, diğerininki olmayacaktır.
Halbuki bu ihtimallerin her biri aklen muhaldir, batıldır. Çünkü her iki ilâhın istekleri de olsa; bir anda bir şeyin hem olması hem de olmaması, yani varlık ve yokluk gibi iki karşıtın bir araya gelmesi gerekir ki, bunun imkânsız olduğu, mantık ilmi esaslarındandır.
Her iki ilâhın da istekleri olmasa; bir anda hem olma (vücud) hem de olmamadan (âdem) mahrum kalması (karşıtların kalkması) gerekir ki, bu da aklen ve mantıken mümkün değildir.
Eğer, üçüncü ihtimal gereğince ilâhlardan birinin arzusu yerine gelir, diğerinin ki yerine gelmezse, arzusu olmayan ilâh âciz olur, aciz olan ilâh olamaz.
Bütün bu ihtimallerin batıl olduğu sabit olunca, bu neticeyi doğuran iki ilâh faraziyesi de batıl olur. Öyle ise, bu nazariyenin karşıtı olan tek ilâh nazariyesi doğrudur, gerektir. O halde ilâh birdir o da Allahu Teâlâ'dır.
b) Burhan-ı Tevârüd: Bu da Allah'ın birliğini ispat eden aklî kesin bir delildir.
Eğer yerde ve gökte birden fazla ilâh olsaydı bu âlem:
1. Ya bütün ilâhların müşterek kuvvet ve kudretiyle vücuda gelmiştir.
2. Veya her biri tarafından müstakil olarak ayrı ayrı yaratılmıştır.
3. Yahut da ancak birinin irade ve kudretiyle var olmuştur.
Fakat bu aklî ihtimallerin üçü de batıldır. Çünkü:
Birinci ihtimale göre; ilâhlardan her birinin güç ve kudreti bu âlemi tek başına yaratmağa kâfi gelmediğinden, ortaklaşa yarattıkları anlaşılır. Bu da, ilâhların hepsinin aciz ve hiç birinin de ilâh olmaya lâyık olmadığına delâlet eder. Çünkü ilâh olabilmek için, mutlak irade ve mutlak kudret sahibi olmak ve her türlü kemâl (yetkinlik) ile muttasıf bulunmak şarttır. Aciz olan ilâh olamaz. O halde bu ihtimâl batıldır.
İkinci ihtimale gelince; ilâhlardan her birinin güç ve kudreti bu âlemi bağımsız olarak tek başına yaratmağa yeterli olduğundan, herbiri tam bir etkili kuvvet ve bu âlemin yaratıcısı olur. Böyle olunca bir eserin iki veya daha fazla müessirden meydana gelmesi, yani bir malûl üzerine iki veya daha fazla müstakil ve tam illetin tevarüdü (birbiri arkasından gelmesi) gerekir. Bu ise batıldır. Çünkü bu, hasıl olan bir şeyin tekrar tahsil edilmesini gerektirir ve ilâhlardan birden fazlası mutlaka lüzûmsuz olur. Lüzûmsuz olan ise ilâh olamaz.
Üçüncü ihtimale göre; eğer bu âlem ilâhlardan yalnız birinin irade ve kudretiyle meydana gelmiş, diğer ilâhların hiçbir tesiri olmamışsa; tercih edici olmadan tercih gerekir. Bu ise batıldır. Çünkü ilâhların hepsi kemâl ve kudrette eşittir. O halde niçin bu âlemi birisi yarattı da diğeri yaratmadı? Yaratıcı niçin bu ilâh da öbür ilâhlar değil? Müreccihsiz (tercih edicisiz) tercih, aklen fasittir, batıldır. Sonra, yaratıcılık sıfatı tecelli etmeyen ilâhlar devre dışı kalacaklarından, aciz, dolayısiyle zaid ve lüzûmsuz olurlar. Halbuki, bu ihtimallerin hepsi batıldır. Bütün bu ihtimaller batıl olunca, çok ilâh nazariyesi de batıl olur.
Görüldüğü üzere bu delil Allah'ın birliğini ispat eden kuvvetli bir delil ve burhandır (Dr. A. Arslan Aydın, a.g.e., 282-286).
c) Burhan-ı Tatbîk: Teselsül, her birinin varlığı daha öncekinin varlığına bağlı olarak birbirine dayanan ve ezele doğru uzandığı varsayılan sonsuz bir silsiledir. Sonsuz olduğu ileri sürülen olaylar silsilesinin, sonlu olduğu, dolayısiyle teselsülün batıl ve muhâl olduğunu ispat eden aklî ve mantıkî delile burhan-ı tatbîk denir (Dr. Ali Arslan Aydın, a.g.e., 99-100).

https://webbilgisayari.editboard.com

169==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:02 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

BURÛC SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in seksenbeşinci suresi. Mekke'de nazil olmuştur. Yirmiiki ayet, yüz dokuz kelime ve dörtyüzellisekiz harften ibarettir. Fasılası, cîm, dâl, kâf, râ', be, tı ve zı'dır.
İsmini, birinci ayetinde geçen "burûc" (burçlar) kelimesinden almıştır: "Andolsun içinde burçları bulunan göğe!" ( 1 )
Burçlardan maksat, gökteki oniki burç olabileceği gibi, gök cisimlerinin seyirleri esnasında birinden diğerine intikal edegeldikleri menzilleri de olabilir. Bilindiği gibi bu gök cisimleri, seyirleri esnasında, yörüngelerinden asla sapmazlar. Bunlara yemin edilmekle, dikkatler olayın önem ve büyüklüğüne çekilmek istenmektedir.
"Va'dolunan kıyamet gününe andolsun!" (2)
Burada da Cenâb-ı Allah, insanların dikkatini kıyamet gününe çekmekte ve yeryüzünde işlenen bütün fiillerden hesap soracağını hatırlatmakta ve mazlumların hakkını zalimlerde bırakmayacağını, halledilmemiş davaları o büyük güne bıraktığını bildirmektedir.
"Şahitlik edecek ve hakkında şahadet edileceklere andolsun!" (3)
Sure, bu kasemle; kıyamet gününde, bütün mahlukatın hazır bulunacağı o dehşetli günde,.olacak her şeye herkesin şahit olacağını vurgulamaktadır. Kimi zalim, kimi mazlum, kimi alacaklı, kimi borçlu olarak...
Bu kısa sûure, iman hakikatlerinden ve imanla ilgili düşünce esaslarından bahsetmekle birlikte, asıl konusunu "Ashab-ı Uhdüd" oluşturuyor. İslâm'dan önce bir grup mümin zalim, gaddar ve katı kalpli Allah düşmanlarınca inandıklarından vazgeçirilmek istenirler. Fakat müminler karşı koyarlar, inançlarından asla taviz vermezler. Bunun üzerine, inkârcılar, geniş hendekler kazdırarak içinde ateş yaktırırlar. Topladıkları büyük kalabalıkların gözleri önünde bu müminleri ateşe atarlar. Eğlenmek maksadıyla bu elîm sahneyi zevkle seyrederler. Halbuki yakılanlar kendileri gibi insandırlar. Şu kadar var ki inançları uğruna yanmaktadırlar.
Kur'an, bu olayı şöyle dile getirmektedir:
"Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurmak onun çevresinde oturup, iman edenlere, dinlerinden dönmeleri için yapılan işkenceyi seyredenlerin canı çıksın. " (4-7)
Kimdir müminleri ateşe atarak yakan bu zalimler? Yüce Rabbimiz bunu bildirmiyor. Peki müminlerin suçu nedir? Niçin ateş azabı gibi can yakıcı bir işkence ile öldürüldüler?
"Bu inkarcıların iman edenleri ateş azabına uğratmaları, onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, Azîz ve Hamîd olan Allah'a iman etmiş olmalarındandır. Allah her şeye şahiddir. " (8-9)
" Fir'avn ailesinden olup, imanını gizlemekte bulunan bir mümin: Siz bir adamı, Rabbim Allah'tır, dediği için mi öldüreceksiniz? dedi. " (el-Mü'min, 40/28)
Evet, müminlerin bir tek suçu vardır. O da Allah'a iman etmeleridir. Tarih boyunca, münkirlerin müminlere işkence etmeleri, onları can yakıcı eziyetlerle öldürmeleri hep aynı sebeptendir. Geçmişin Fir'avnları,. Nemrutları, Ebu Cehilleri ve günümüzdeki benzerleri, hep aynı sebepten inananlara türlü türlü eziyetleri reva görüyorlar.
"Muhakkak ki iman etmiş erkek ve kadınları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır. Yakıcı azab da onlaradır. " (10)
Zâlimler, müminlere yaptıklarından pişmanlık duyup tövbe etmez ve zulümlerinde devam ederlerse, "Onlara Cehennem azabı vardır, can yakıcı azab da onlaradır". Dünyada iken müminlere uyguladıkları azabın kat kat daha acısını tadacaklardır.
Sure, inkârcıları bu şekilde tehdit ettikten sonra, Allah'ın razı olduğu iyi ameller işleyen müminlere Cennetler vereceğini şöyle açıklamaktadır:
"Şüphesiz yararlı işler işleyenlere, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur. " (11)
Bu büyük müjde, müminlerin kalblerine huzur vermesinin yanında; tarih boyunca karşılaşacakları işkence ve zorluklara karşı dayanma gücü kazandırmaktadır.
Surenin bir diğer ayeti zalimlere şöyle seslenir:
"Doğrusu Rabbimin yakalaması amansızdır. " (12) Yani sizin gücünüz Allah'ın gücünün yanında hiçtir. Asıl şiddetli yakalayış, yerin ve göklerin mâliki Cebbâr olan Allah'ın yakalayışıdır. Yine de:
"Yüce arşın sahibi, çok seven, bağışlayan O'dur. " (14-15)
Allah "Şedîdü'l-ikâb" (cezalandırması acı) olmakla birlikte sonsuz bir rahmet ve mağfiret sahibidir. Eğer zalimler zulümlerini terkedip tövbe ederlerse bağışlayabilir onları...
"O her dilediğini mutlaka yapandır. " (16)
Bazen dünyada zalimlerin yakasına yapışır, bazan da onları vâdolunan güne bırakır. Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır.
" Fir'avn ve Semûd ordularının haberi sana geldi mi?" (17-18)
Bilindiği gibi, Cenâb-ı Allah, Firavn'u da Semûd'u da ordularıyla birlikte helâk etmişti. Bu ayetle de benzerleri tüm zalimlere bir ültimatom vermektedir.
"Doğrusu kâfirler, hep (Allah'ın emir ve hükümlerini) yalanlama içindedirler. Halbuki Allah onları ardlarından, kuşatmıştır. " (19-20)
Zavallı kâfirler ise bunun farkında değillerdir. Farkına varınca da iş işten geçmiş olacaktır. Sure şöyle sona ermektedir:
"Ey Habîbim! Doğrusu sana vahyedilen bu kitap Levh-i Mahfûz'da sabit, Şanlı bir Kur'an'dır. " (21-22)
Allah kelâmı Kur'an, mahiyetini bilmediğimiz Levh-i Mahfûz'da olup her türlü tahriften ve tâhir olmayanların dokunmasından korunmuştur.
__________________

https://webbilgisayari.editboard.com

170==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:02 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

CÂİZ

Yapılması mahzurlu olmayan, işlenmesi suç teşkil etmeyen şey. İzin verilen, müsaadeli, ruhsatlı, olur, olabilir, mümkün, kâbil, münasip gibi manalara gelir.
Caiz görmek, uygun bulmak; Caiz olmak; yapılması mahzurlu olmamak, dînen yasaklanmamış olmak gibi anlamlarda kullanılır. Bunun tersi, caiz olmamak, yani yapılması mahzurlu olmak, doğru olmamak veya dînen yasaklanmış olmak demektir.
Fıkıh terimi olarak caiz; yapılması sahih veya mübah olan herhangi bir fiil veya akiddir. Bazen bir fiil veya bir akid sahih (geçerli) olduğu halde caiz olmaz. Meselâ, cuma namazı için ezan okunurken alış-verişi bırakıp namaza gitmeyen bir müslümanın yapacağı satış muamelesi dünyevî ahkâm itibariyle sahihtir. Fakat uhrevî ahkâm itibariyle caiz değildir. Çünkü bu durumda, Cenâb-ı Allah'ın:
"Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bııakın. Eğer bilirseniz bu, elbette sizin için daha hayırlıdır. " (el-Cum'a, 62/9) emrine muhalefet edilmiş ve uhrevî sorumluluk altına girilmiş olur. (Ömer Nasuhî Bilmen, Istılahâtı Fıkhiyye Kâmusu, I, 33).
Özür halinde bazı şartlarını yerine getirmeden niyetle namaz kılmak da caizdir. Meselâ, namaz için şart olan abdest yerine, su bulunmadığı zaman temiz toprakla teyemmüm etmek kâfidir. Ancak su olup ta onu kullanmaya meşru bir engel yoksa, teyemmümle namaz kılmak caiz değildir. Bu da:
"Bir özür için caiz olan şey o özrün kalkmasıyla geçersiz olur." prensibine dayanır. (Ö. N. Bilmen, a.g.e., I, 262)..
Caiz tabiri yalnız şer'î işlerde değil, mantıkta da kullanılır ve muhtemel, gayr-ı muhtemel veya mümkün gibi akla aykırı gelmeyen her şeyi ifade eder.
Kelâm ilminde caiz (mümkîn); aklî hükümlerden olup, ne varlığı ne de yokluğu zatının muktazası olmayan, zatına nisbetle varlığı da yokluğu da eşit olandır. Mümkin; varlığı da yokluğu da vacip olmayan veya varlığı da yokluğu da imkânsız olmayan diye tarif edilir.
Özellikleri şunlardır:
a) Mümkin'in varlığı da yokluğu da müsâvî bulunduğundan; var olmak için mutlaka bir sebebe muhtaç olur. Bu sebep, onun varlığını yokluğuna tercih eder. Buna mukabil, yokluğu için sebebe ihtiyaç yoktur. Aslında mümkin olan bir mefhûmun realitede olmasını sağlayacak bir etken yoksa veya var olan mümkinin varlığının devamını sağlayacak sebep bulunmuyorsa, kendisi yok olur.
b) Mümkin, sebebinden önce veya sebebiyle beraber var olamaz. Mutlaka sebebinden sonra bulunur. Bunun içindir ki mümkin, hâdis (sonradan yaratılmış) tir. Mümkinin, sebebinden önce var olamıyacağı gayet açıktır, Zira mümkin, ancak kendisinden önce var olan bu sebebin tesiriyle var olacaktır. Mümkin; sebebiyle beraber var olsaydı onun özelliğini taşırdı. Halbuki kendisi sebep değil müsebbeb (kendisine sebep olunarak ortaya konulmuş olan)dir. (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, GİRİŞ, 68).

https://webbilgisayari.editboard.com

171==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:02 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

CÂLÛT

Hz. Dâvud (a.s.) zamanında yaşamış, "Amâlika" kralının adı.
"Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti. Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz. Musa'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek, birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü. Esirler içinde İsrâil krallarının bir çok prensi de bulunuyordu. Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu. HattaTevrât'larını bile almıştı. Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu. Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828).
Nihayet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine gönderilen Aşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirayetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi. Bu hükümdar sayesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi. Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesaret sahibi hükümdarı tayin etti. Fakat İsrailoğulları tayin edilen bu kumandana itiraz ettiler. Her şeyi maddi ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tayinine razı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibariyle bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir (el-Bakara, 2/246-247). Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait bir takım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tabutu, meleklerin getirmesi mucizesini göstermiştir (el-Bakara, 2/248).
Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti. Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti. Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı.
Fakat Tâlut bu kutsal mücadelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir. Halbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi. Buna rağmen, az sayıda samimi mümin ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşı kazanmıştır. Tâlut'un ordusunda bulunan Hz. Dâvud da Câlut'u öldürmeyi başarmıştır.
Hz. Dâvud (a.s.) Tâlut ve Eşmuil (a.s.)'ın vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti (el-Bakara, 2/249-252). Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1. ve 2. Sammel sifrinde geçmektedir.
Kur'an'ın anlattığı bu hadise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir.

https://webbilgisayari.editboard.com

172==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:02 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

CÂMİ

Toplayıcı, toplayan, kaplayan, müslümanların ibadet gayesiyle toplandıkları yer, ma'bed.
"Câmi" terimi "(cemaatleri) bir araya getiren mescid" anlamındaki "el-mescidü'l-câmi"den kısaltılarak sonradan kullanılmaya başlanmıştır. Kur'an'da, hadislerde ve ilk tarihî kaynaklarda "câmi" yerine "mescid" kelimesi geçmektedir. "Mescid", "secde edilen yer" anlamında bir mekân ismidir. Namazın başka rükünleri de olmasına rağmen ibadet edilen yer, önemine binaen secdeye izafe edilmiştir. İnsanın daha ilk yaratılışında şahit olduğu secde (el-Bakara, 2/34) hürmet ve tazimin en güzel ifadesidir. Hz. Peygamber (s.a.s) onu, kulun Allah'a en yakın anı olarak vasıflandırmıştır. (Nesâî, Tatbik, 78) İçinde Allah'a ibadet edilen her yere mescid denilmiştir. Kur'an bu geniş anlamıyla mescidi geçmiş dinlerin mabedleri ile beraber zikreder. (el-Hac, 22/41 ).
Batı dillerinde kullanılmakta olan "mosquee" ve benzeri terimler "mescid"in değişik telaffuzundan doğmuştur. Osmanlılar da sultanlar tarafından yaptırılan câmilere "salâtin câmi", vezirler ve rical tarafından yaptırılanlara, yaptıranın adına izafeten "... câmii" küçük olanlara da "mescid" demişlerdir.
İlk câmiler: Hz. Âdem (a.s.)'in yeryüzüne ilk geldiği yer olarak kabul edilen Serendip (Seylan) adasında kendine ait bir mescidi olduğu rivayet edilir. (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1967, 635). Halen bu adada, Hz. Âdem'in adını taşıyan bir dağ ve tepesinde ona ait olduğu söylenen bir ayak izi ve geniş bir düzlük bulunmaktadır. Rivayet doğru bile olsa, bu mescid özel olmalıdır. Kur'an'ın bildirdiğine göre insanların tümü için yapılan ilk ma'bed Kâbe'dir: "Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki Kâbe'dir. Orada apaçık nişaneler ve İbrâhim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur." (Âli İmrân, 3/96-97) Kâbe'yi de içine alan geniş sahaya "Mescid-i Haram"* denilir. Ebû Zer (r.a.)'in merakı üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Kâbe'den sonra Mescid-i Aksa* yapılmıştır. Bu iki mescid ilk banileri olarak bilinen Hz. İbrahim (a.s.) ve Süleyman (a.s.) dan çok öncelere dayanmaktadır. (Buhârî, Enbiya, 40; İbn Mâce, Mesâcid, 7; Ahmed b. Hanbel, V, 150-157).
İslâm'ın ilk yıllarında müşrikler, İslâm'ı seçen zayıf ve desteksiz müslümanları dinlerinden döndürmek ve yeniden kendi küfür düzenlerine ve putlarına ibadet ettirmek için onlara korkunç işkenceler yapıyorlardı. Hz. Bilâl, Ammâr İbn Yâsir ve Habbâb'ın uğradığı işkenceler, diğerlerine nazaran en şiddetlileri idi.
Diğer müslümanlar, zaman zaman namazlarını Harem-i Şerif'te kılıyorlardı. Müşrikler güçlü kabilelere mensup olan müslümanlara fazla yaklaşamıyorlardı. Ama bu garip ve cefakâr müslümanlar, Harem'de namaz kılamıyorlardı. Hatta müslümanlıklarını gizlemek zorunda kalıyorlardı. İşte Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın evinden sonra ilk mescid, Ammar b. Yâsir'in gizlice namaz kılmak maksadıyla evinin bir bölümünde bir yer ayırmasıyla gerçekleştirilmişti.
İkinci mescid ise yine hicretten evvel Hz. Ebû Bekr es-Sıddık'ın kendi evinde inşa ettirdiği mescittir. Bu da bir zaruret sonucunda yapılmış bir mesciddir. Teymoğulları kabîlesine mensup olan Hz. Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) kendisinin Mekke'de nüfuzu olmakla beraber kabilesinin öteki kabileler tarafından horlanması sebebiyle, öteki muhacirler gibi Habeşistan'â hicret etmek istemişti. Onun Mekke' den ayrılması bir çoklarını endişelendirdi. Çünkü zengindi ve Mekke'nin ekonomisine büyük katkısı vardı. Bunun üzerine İbn Dağunna adında bir Mekkeli, onu himayesine almakla hem kötülükten korumuş hem de hicret ederek Mekke'den ayrılmasını engellemiş oluyordu. Himayeye alma, bu tür şehir devletlerinde geçerli bir hukuk kuralıydı. Ancak İbn Dağunna'nın bir şartı vardı. Namaz ve ibadetlerini Harem-i Şerif'te yapmayacaktı. Hatta Ebû Bekir, ibadetlerini gizli yapacaktı. İşte bu anlaşma üzerine o, evinin avlusunu mescid edinmişti.
İslâm'da Hz. Peygamber'in umuma açık olarak ashabı ile birlikte namaz kıldığı ilk mescid Hicret esnasında inşa edilen Kubâ'dır. Hicret'ten sonra Hz. Peygamber Medine'de Mescid-i Nebevî'yi inşa etti. Bu iki mescidin inşasında Hz. Peygamber ashabı ile birlikte bir işçi gibi çalışmıştır. Sonraları Medine'de dokuz mescid daha yaptırılmıştır. İslâm'ın yayılmasına orantılı olarak mescidler geniş bir alana yayıldılar. Buhâri'nin, Mescid-i Nebevî' den sonra içinde cuma namazı kılınan ilk mescidin Abd-i Kaysoğulları ülkesindeki Cuvâsa Mescidi olduğuna dair rivayeti (Buhârî, Cumuâ', 11), daha Hz. Peygamber'in sağlığında mescidlerin ne kadar geniş bir alana yayılmış olduğunu göstermektedir. Cuvâsa, Mekke ve Medine yöresinde olmayıp, bugünkü Riyad ve Zahran arasındadır.
Mimarî: Yapımı yedi ay kadar süren Mescid-i Nebevî 100x100 zira (yaklaşık 48x48 m.) ebâdında mütevâzi bir yapıydı. Kıbleye göre sol tarafta Hz. Peygamber'in odaları sıralanıyordu. Arka kısmında üzeri hurma lifleri ve dallarıyla örtülmüş, fakir öğrencilerin barındığı Suffe bulunmaktaydı. İlk câmiler Mescid-i Nebevî örneğinde görüldüğü gibi sütunlu revakların çevrelediği bir avludan ibaretti. Bu plân Eyyûbîler'e kadar pek fazla bir değişikliğe uğramadı. Yeni milletlerin İslâm'ı kabul etmeleri ve onların mimarî anlayışının etkisi, fetihlerle ele geçirilen bölgelerin kültürel tesiri, coğrafî şartları, malzemenin sağladığı bir takım imkânlar câmi mimarisinde gelişmelere yol almıştır. İran, Maverâünnehr, Anadolu, Kuzey Afrika ve Endülüs'te gelişen câmi mimarisi Osmanlılar'da Mimar Sinan'la zirveye ulaştı. Osmanlı câmi mimarisinin başlıca üslûp ve ekolleri kısaca şunlardır:
a) Bursa Üslûbu (1325-1501): Ulu Câmi ve Yeşil Câmi.
b) Klâsik Üslûp (1501-1616). Süleymâniye, Şehzade, Selimiye câmileri,
c) Yenileştirilen Klâsik Üslûp (1616-1703): Sultan Ahmed Camii.
d) Lâle Devri üslûbu (1703-1730): III. Ahmet Çeşmesi.
e) Barok üslûbu (1730-1808): Lâleli ve Nuruosmaniye câmileri.
f) Ampir üslûbu (1808-1874): Ortaköy Camii.
g) Yeni Klâsik Üslûp (1874-1930): Valide Camii.
Klâsik Türk câmileri başlıca şu kısımlardan meydana gelir: Dış avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar, mihrap. İç avlunun etrafı revaklı olup, orta yerde abdest almak için bir şadırvan bulunur. Arka duvara bitişik bölüm son cemaat mahalli olup, geç kalanların cemaatle namaz kılmalarını temin için mihrap yapılmıştır. Câmi içinde bulunan minber, mihrap, vaaz kürsüleri, müezzin mahfelleri bazı câmilerde padişahın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfelleri birer sanat şaheseridir. Minareler ise bir ustalık ve zerafet sembolüdür
Görevliler: Câmilerde başlıca şu görevliler bulunur:
İmam: Kelime olarak önder, devlet başkanı gibi anlamları vardır. Hz. Peygamber zamanında bir yere öğretici olarak gönderilen kişi, aynı zamanda onların imamlığını da yapmakta idi. Hz. Peygamber Kur'an'ı en güzel okuyanı yaşça küçük de olsa imam tayin etmiştir. Atadığı valiler aynı zamanda merkezî câmiin imamlığını da yapmakta idi. Câmi imamlarının namaz kıldırma dışında başka birçok görevleri de vardır.
Müezzin: Vakti geldiğinde ezan okur ve câmi içinde diğer müezzinlik görevlerini yerine getirir. Hz. Peygamber (s.a.s) müezzinleri Bilâl, Sa'd b. Karaz gibi sesi güzel olanlardan seçmiştir.
Vâiz: Namaz vakitlerinden önce bilhassa cuma, bayram ve terâvih önceleri halkı çeşitli konularda aydınlatan, nasihat eden kimselerdir. Câmilerde va'z âdeti, Hz. Ömer zamanında başlamıştır. Bu görevi ilk ifâ eden Temim ed-Dârî olmuştur.
Kayyum: Câmilerin temiz ve düzenli olmasını sağlayan görevlilerdir. Hz. Peygamber (s.a.s) mescidlerin temizliğine çok önem vermiştir. O hayatta iken mescidi süpüren bir kadıncağız vardı. Vefatı kendisine haber verilmeden defnedildi. Rasûlullah bu duruma çok üzülmüş ve onun mezarı başında namaz kılmıştır. Onu Cennet'te mescidin kırıntılarını süpürürken gördüğünü haber vermiştir. (Buhârî, Salat, 8/72).
Câmilerde genel olarak bu dört grup görev yapmakla beraber, bilhassa Osmanlıların yükselme çağında bu sayı otuza kadar yaklaşmaktadır. Vakfiyelerde zikredilen görevlilerden bazıları şunlardır: Hatip, ecza-han, devirhan, ders-i âmm, ferrâş, şeyhu'l-kurrâ, müderris, bevvâb, naat-han, muhaddis, hâfız-ı kütüp, kandilci, buhurî, mahyacı, şifâ-i şerif hocası... (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985).
Fonksiyonları: Câmilerin fonksiyonları, a) Mabed, b) Yönetim merkezi, c) İlim ve kültür merkezi olarak üç grupta mütalâa etmek mümkündür.
a) Mabed olarak: Esas itibariyle mescidler içinde ibadet edilmek üzere inşa edilmişlerdir. Bu itibarla kudsiyet kazanmışlar ve "Allah'ın evi" adını almışlardır. Kur'an Allah'ın adının anılması için yapıldığını belirtmektedir (Cin, 72/18). İslâm dini toplu ibadeti teşvik etmiştir. Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınandan 25-27 derece daha üstün tutulmuştur. Her renkten ve sınıftan insanın bir araya gelip omuz omuza ibadet etmeleri, sosyal dayanışmanın sağlanmasında önemli bir faktör olmuştur.
b) Yönetim Merkezi Olarak: Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvet görevi yanında, devlet başkanlığı, hâkimlik, komutanlık gibi görevleri de vardı. Bu görevler, İslâm devlet başkanının görevleridir. Medine'deki Mescid-i Nebevî O'nun bu görevlerine uygun olarak devletin idare merkezi özelliği taşımakta idi. Elçiler orada karşılanır, Bazen orada misafir edilir, ordu orada teçhiz edilip sefere gönderilir, dâvâlara orada bakılır, devletin hazinesi orada muhafaza edilir ve sarfedilmesi gereken yerlere oradan sarfedilirdi. Câmilerin bu görevleri vilâyetler düzeyinde de aynı idi. Câmiler halkın birbirleriyle ve devletle kaynaştığı bir yer durumundaydı. İlk Osmanlı câmileri de bir devlet merkezi olarak plânlanmış ve bu görev için kullanılmışlardır.
c) Bir İlim ve Kültür Merkezi Olarak: Hiç bir din İslâm kadar ilme önem vermemiştir. Kendisinin "muallim" olarak gönderildiğini ifade eden Hz. Peygamber (s.a.s) Mescid-i Nebevî'deki "Suffe" ile, üniversitelerin ilk temelini atmıştır. Suffe yatılı bir üniversite özelliği taşımakta idi. Hz. Peygamber (s.a.s)'le başlayan ders halkaları değişik ilim dallarını da içine alarak yüzyıllarca, mescidlerde devam etmiştir. Hz. Peygamber zamanında değişik sosyal amaçlar için de kullanılan mescid (câmi) bir çok müessesenin temelini oluşturur. Câmilere sığamaz hale gelen bu müesseseler daha sonra külliyeleri meydana getirmiştir. Zamanla câmiler, herkesin okuması için eserlerinirı bir nüshasını buralara bırakan müellifler sayesinde, bir kütüphane hizmeti de vermişlerdir. Satın alınan kitaplarla zenginleştirilen bu kütüphaneler, "hâfız-ı kütüp" adı verilen memurlarca idare ediliyordu. Böylece câmiler ruh ve maddenin bütünleştiği bir merkez durumundaydı.
Câmi Âdâbı: Allah (c.c.): "Ey Âdem oğulları, her mescidde zînetlerinizi takının." (el-Araf 7/31) buyurmaktadır. "Zînet"ten maksat edeptir. Câmilerin ilk yapılış gayesi Allah'a ibadettir. Bu bakımdan ibadet esnasında, cemaati rahatsız edecek derecede yüksek sesle konuşmak, soğan-sarımsak gibi kokusu çirkin görülen şeyler yenilerek câmiye gelmek, safları çiğneyerek ileriye geçmeye çalışmak vb. davranışlar hoş karşılanmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) mescidlere girerken sağ ayağı ile girer ve (euzü billahi azimi vebacehehe ekrame vesalihinehü agdıma eşşeydani ercaim) diye dua ederdi. Mescidlere girildiğinde iki rekat "tahiyyetü'l-mescid"* (câmiye hürmet) namazı kılmak Hz. Peygamber'in sünnetidir. (İbn Kesir, Tefsir, V, 106)

https://webbilgisayari.editboard.com

173==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:02 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

el-CÂMİ'

Allah'ın güzel isimlerinden biri. Hesap günü için kullarını ve her istediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan anlamında.
Cem, dağınık şeyleri bir araya toplamak demektir. Allahu Teâlâ vücutların ölümden sonra yürüyerek dağılmış olan zerrelerini tekrar birleştirecek, bedenleri yeniden diriltecektir. Sonra yine, yaratılmış olan herkesi Arasat* meydanında toplayacak, hak sahiplerini, hasımlarıyla huzurunda karşı karşıya getirecektir.
El-Câmi', Esma-i Hüsna'dan olarak Kur'an'da şöyle geçer: " Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen (vukuunda) hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın. Şüphesiz Allah sözünden caymaz." (Âli İmran, 3/9) "...Allah, muhakkak ki, münâfıkları da, kâfirleri de Cehennem'de toptan bir araya getirecek olandır." (en-Nisa, 4/140).

https://webbilgisayari.editboard.com

174==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:03 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

CÂRİYE

Müslümanların giriştikleri cihat sırasında esir edilen veyahut para ile satın alınan kadın ve kızlar. Başkasının mülkü olan köle kadın. "Câriye" sözcüğü denizin üzerinde akıp giden gemiye denir. Câriyeler de efendilerinin emir ve hizmetleri çerçevesinde hareket etmeleri sebebiyle bu ismi almışlardır (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhıyye Kamusu, III, 344).
Câriyeliğin kaynağı, savaş esiri kadınlardır. Savaş sonrasında tıpkı erkek esirler hakkında olduğu gibi kadın esirler de ya karşılıksız olarak, ya fidye karşılığı serbest bırakılırlar veya köle olarak gazilere dağıtılırlar. Hiç şüphesiz bu alternatiflerden biri tercih edilirken, karşı tarafın elindeki müslüman esirlerin durumu ve İslâm'ın maslahatı gözetilerek tercih yapılır.
Câriyelerin işgal ettikleri mevki ve tesir, köle ve azatlıların mevki ve tesirlerinden aşağı değildir. Bu esirler kim olursa olsun cihada katılan müslüman askerler arasında paylaştırılacak ganimetlerdendir. Câriyelik, kölelik gibi, insanın yeryüzündeki mevcudiyeti kadar eskidir. Tarih boyunca kendisinde bir kuvvet ve kudret gören, bir başkasını hizmetinde kullanmış ve ona tahakküm etmiştir. Bunda kadınla erkeğin farkı yoktur. Köleler gibi câriyelerin de alınıp satılması tabii olarak insanlığın geçirdiği sayısız merhaleden sonra başlamış olması gerekir.
Bir zamanlar câriyelerin talim ve terbiyesi pek kazançlı bir iş olduğundan, bu yolla para kazanmak isteyen kişi esir pazarına gider, zekâ ve istidat sahibi bir câriye satın alır, ona şiir ve edebiyat, şarkı ve çalgı, Kur'an okumak, ev idaresi gibi şeylerden birini öğrettikten sonra aldığı fiyatın birkaç katına satardı. Bu câriyelerden bazıları, hanendelik, şiir veya edebiyatta fevkalâde maharet sahibi olmalarından dolayı çok pahalı satılırlardı.
Köleler gibi câriyeler de sahipleri tarafından azat edilirlerdi. Esir azat etmek, İslâm nazarında önemli bir sevap olarak kabul edildiği için, müslümanlar köle ve câriyelerini azat ederlerdi. Azat edilen câriye veyahut köleye, efendisi tarafından ıtıknâme yani özgür olduğuna dair bir belge verilirdi. İçlerinden bu ıtıknâmeleri muska gibi boyunlarına takanlar vardı.
Câriyeler iyi muamele görürlerdi. Sert efendilere tesadüf eder ve memnun olmazlarsa, diğer birine satılmasını teklif eder; arzusu yerine getirilmediği takdirde kaçarak kendini sattırırdı. Bununla birlikte kıskançlık yüzünden hırpalananlar da olurdu. Ayrıca câriyelere "halâyık" denirdi.
İslâm hukukunda câriyeler diğer kadınlardan farklı bir statüye tabidirler. Efendileri nafakalarını ödemek ve iffetlerini korumak mecburiyetindedirler. Onlara iyi davranılması da Kur'an'da emredilmektedir (en-Nisa, 4/36). Efendileri, yediklerinden onlara yedirir, giydiklerinden giydirirler. Azat edilmeleri sözkonusu edilmemiş olan câriyeler alınıp satılabilirler. Ancak azat edilmeleri efendilerinin ölümüne bağlı olanlar, azat edilmeleri karşılığında kendilerinden bir bedel talep edilmiş olanlar ya da efendilerinden çocuk getirmiş olup "Ümmü Veled" statüsünü kazanmış olanlar alınıp satılamazlar.
İslâm gerek kölelerin, gerek câriyelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları konusunda teşvikte bulunmuş, ayrıca bir çok suça keffaret olarak azâd edilmelerini öngörerek hürriyetlerine kavuşmaları için gerekli yolları çoğaltmıştır. Câriyelik ve kölelik, İslâm adına müslüman olmayan toplumlarla yapılan savaşların ortaya çıkardığı bir kurum olup, bugün için kendiliğinden ortadan kalkmış bulunmaktadır. Bunun için bu konuda teferruata girmek gereksizdir.

https://webbilgisayari.editboard.com

175==>islami sözlük<== - Sayfa 7 Empty Geri: ==>islami sözlük<== Ptsi Tem. 14, 2008 9:03 pm

xD_Dijital_Manyaq_xD

xD_Dijital_Manyaq_xD
Co Admin
Co Admin

CÂSİYE SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in kırkbeşinci suresi. Buna aynı zamanda "Şerîât" ve "Dehr" suresi de denir. Sure, otuzyedi ayet, dörtyüzseksensekiz kelime ve ikibinyüzaltmışbir harften ibarettir. Fasılası; nûn, mîm harfleridir. Ondördüncü ayeti Medine'de, geri kalanı Mekke'de ve Duhan suresinden sonra nazil olmuştur.
Sure, adını yirmisekizinci ayette geçen, "câsiye" kelimesinden almaktadır:
"Bütün ümmetlerin Allah'ın huzurunda diz çöktüklerini görürsün. Her ümmet kitabını almağa davet edilir. O gün, dünyada yaptıklarınızın karşılığını görürsünüz". Ayette belirtildiği üzere, câsiye "diz çöken" demektir. Bu durum, ahirette Cehennem kükreyerek mahşer yerine geldiği zaman olacaktır. İşte o zaman herkes korkusundan diz çökecek ve Cenâb-ı Allah'a yalvaracaktır.
Câsiye suresi Allah'ın varlığı ve birliğinin delilleri üzerinde durmaktadır. Bunun için çeşitli deliller göstermektedir. Kur'an-ı Kerîm bu delilleri en güzel şekilde ifade ettiği için önce kitabın indirilmesinden bahsetmektedir. Arkasından da bu delillerin bulunduğu üç yer gözler önüne serilmektedir. Bunlardan birincisi yedi kat göklerle yerdir. Ve bunda inananlar için Allah'ın varlığına ve birliğine deliller vardır. Demek ki bunlardan deliller çıkarmak müminlerin görevidir.
Sure, ikinci derecede de insanların yaratılışı ile çeşitli hayvanların yeryüzüne dağılışında birçok deliller olduğunu vurguluyor. Bunu yapacakların, yakîn, yani kesin bilgi almak isteyenler olduğunu bildiriyor. Bundan, dolayısıyla şöyle bir mânâ çıkıyor: Bu delilleri incelemek insanı kesin ve gerçek bilgiye götürür. Bundan sonra da delil olarak gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, rızık sebebi olan yağmurun gökten indirilmesi ve rüzgârların esmesi gösteriliyor. Sonunda da "Artık bu ayetlere de inanmayanlar acaba neye inanırlar?" deniyor. Surenin üçüncü ayeti, inananları, dördüncü ayeti yakîn sahibi olanları, beşinci ayeti de düşünenleri muhatab almakta ayrı bir duruma dikkat çekmektedir.
Surede ayrıca, müşriklerin İslâm davasını nasıl karşıladıklarını, İslâmiyetin getirdiği deliller ve ayetlere nasıl karşı koyduklarını, İslâmî gerçekler ve problemler karşısında nasıl direttiklerini delilsiz nasıl itiraz ettiklerini görmekteyiz.
Müşrikler, Allah ve Allah kelâmı hakkında son derece kaba davranıyorlar. Surede bunu açıkça görmekteyiz. Buna karşılık onlar acıklı bir azap ile tehdit edilmekteler.
"Vay haline yalancı ve günahkâr her kişinin. "
"Kendisine okunan Allah'ın âyetlerini dinleyip sonra onları hiç duymamış gibi büyüklük taslamakta direnir. Ona can yakıcı bir azabı müjdele. Ayetlerimizden bir şey öğrendiğinde onu alaya alır. İşte onlara horlayıcı bir azap vardır". (7-10).
Düşünce ve inançları bozuk Ehl-i Kitap da surede söz konusu edilmektedir. Onlar sûrede, sâlih amel sahibi müminlerle kendi kötü amelleri arasındaki farkı göremeyenler olarak tanıtılmaktadır. Dolayısıyla Allah'a inandıklarını söyleyenler ile müminler arasında köklü bir fark bulunduğu belirtilmektedir. Kötülük yaptıkları halde Allah katında kendilerinin de iyilik yapan müminler gibi olduklarını sananlara çok açık bir cevap veriyor:
"Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini iman edip salih amel işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar. " (21).
"Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Tâ ki herkes kazancına göre karşılık görsün. Ve onlara zulmedilmez. " (22)
Bunların dışında surede, heveslerinden başka kimseyi tanımayan bir başka grupdan daha söz edilmektedir. Bunlar arzularını ilâh edinmiş, şaşkın kimselerdir. Kur'an onlara doğruları gösterdiği halde onlar yüz çevirmektedirler.
"Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine tanrı edinmiş, bilgisi olduğu halde Allah onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş ve gözüne perde koymuştur? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?" (23).
Surenin son bölümünde de müşriklerin ahiret inancı ele alınmakta ve bu inancın sakatlıkları, bizzat kendi hayatlarından örnekler verilerek reddedilmektedir.
"Ve dediler ki: hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Ve bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta onların bir bilgisi de yoktur. Başka değil onlar sadece zannederler. " (24).
"Ayetlerimiz onlara açıkça okunduğu zaman Eğer doğrucular iseniz (ölmüş) atalarımızı (diriltip) getirin demelerinden başka hüccetleri yoktur. De ki: Allah diriltir sizi, sonra öldürür; sonra şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplar. Ne var ki insanların çoğu bilmezler. " (25-26).
"Göklerin ve yerin mülkü sadece Allah'ındır. Kıyamet koptuğu gün, işte o gün, batıla uyanlar hüsrandadırlar. "
"Sen o günün iddetinden bütün ümmetlerin diz üstü çöktüklerini görürsün. O gün her ümmet amel def terinin başına çağırılacak ve onlara şöyle denilecektir:" " Bugün dünyada yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz. İşte kitabımız size gerçekleri söylüyor. Şüphesiz biz, dünyada iken yaptıklarınızı yazıyorduk. " (27-29).

https://webbilgisayari.editboard.com

Sayfa başına dön  Mesaj [7 sayfadaki 8 sayfası]

Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8  Sonraki

Similar topics

-

» islami wallpaper

Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz